Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet

Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet

Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet.

Meral Günayman Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. O aynı zamanda 2 güzel çocuğun annesi, yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım. Ne yazık ki Meral çok uzaklarda yaşıyor, zaman zaman internet üzerinden mesajlaşıyoruz, bana yeni çalışmalarını gönderiyor, onunla olmasa bile onun akrabaları ile radyo programımda albümlerini çalarak kulaklarını çınlatıyoruz.

Meral’in en yeni albümü olan “Playful Virtiosity” müzik âleminde büyük bir ses getirdi, bu sene Grammy ödülünü Herbie Hancock aldı ama ödülün adayları arasında Meral’in albümü de vardı.Kendisi ile bu güzel çalışması ile ilgili bir röportaj yapmak istediğimde bunu ancak sanal ortamda gerçekleştirebileceğimizi öğrendim, sorularımı hazırladım ve ona yolladım. Bu satırları yazarken de ondan gelen yazılı cevapları kendi beynimde karşı karşıya oturduğumuzu hayal ederek kâğıda döktüm, onun yüreğindeki coşkuyu sizlere ulaştırmaya çalıştım. Önce albümün hikâyesinden başladık:“Albüm tamamen organik yani doğal ve basamakları zorlamadan gelişen bir proje oldu. Belki de bu yüzden ilk kavramın oluşmasından kayda girmemize kadar 3,5 sene geçti.

Önce aynı adı yani “Playful Virtiosity” adını taşıyan bir konser verdik. Daha sonra da o konserin repertuarı bu albümün ham maddelerini oluşturdu.2003 senesinde New York’ ta yeni bir konserin planlarına başladım. 10 seneden fazla bir zamandan beri New York’ta konser vermemiştim. Etrafımda bir sürü melekler vardı. O sene  Balkan turunda tanıştığım Bosna Hersek elçimiz, çok değerli insan Sina Baydur, Birleşmiş Milletler daimi elçimiz Ümit Pamir ve eşi Dilek Pamir, Dışişleri Bakanlığımız, Washington Büyükelçimiz Faruk Logoğlu ve Ahmet Ertegün el ele verdiler ve konserin Carnegie Hall’ da gerçekleşmesine karar verildi. Nasıl bir program sunacağımı düşünmeye başladım. Balkan turnesinde Schumann Fantasi’ yi belki 10 kez çalmıştım, bu parçaya özel bir yakınlığım vardır.  Bunun gibi Debussy, Ali Darmar ve neredeyse cildimin altında hissettiğim Gershwin vardı. Hangilerinden parça seçmem gerektiğini düşündüm.

Sonra hepsini unutup Gershwin kalmak şartıyla sil baştan ve tamamen orijinal bir program yapmaya karar verdim ve Dick Hyman’ı benimle çalmaya davet ettim. Kendisi ile zaten yürüyen bir müzik ortaklığımız vardı ama birlikte çalmıyorduk. O bana kompozisyonlarını ve düzenlemelerini yolluyor ben ise onları icra ediyordum. Benden başka birde klasik piyanist olarak Ruth Laredo ile çalışmıştı. “Ben senin nasıl bir piyanist olduğunu biliyorum, Prokofiev Konçertonu video da izledim” dedi. Birlikte çalma davetimi nefes almadan kabul etti. İş repertuara ve provalara kalmıştı.

İstediğimiz gibi çalışmamız için New York’ta Yamaha ve Faziola piyanoları bize kapılarını ve salonlarını açtı çalışma imkânı verdiler. Dick Florida’da ben ise New Jersey’de yaşıyorduk. Yamaha artistleri listesine alınmam da bu arada oldu. Klasik dünyadan işbirliği yapmış olduğum Michael Tilson Thomas, jazz ve pop dünyasından ise Alicia Keys, Norah Jones, Chick Corea arasındaki resmime bakıp hala inanmıyorum. 

Her neyse, Dick ile oturup Indiana Varyasyonlarını çalmaya başladık, bu çok güzel bir müzik beraberliğinin başlangıcı idi. Gershwin’in zamana ve mekâna sığmayan 7 standart şarkısını Earl Wild’in transkripsiyonları ile “Virtüöz Etütleri” başlığı altında ben çaldım.  Dick ise doğaçlamalar ile devam etti. Dick Indiana Varyasyonlarını ve Üç Rap parçalarını iki piyanoya uyarladı. Evet,  yanlış duymadın, tamamen piyanoda çalınan bir rap parçası. Ve Modern Jazz Quartet piyanisti John Lewis’in Belçikalı “Gypsy” gitarist Django Reinhardt’a ithaf ettiği “Django”yu ikimiz birlikte iki piyanoya uyguladık. Parçanın orta bölümünü ise tamamen doğaçlamaya bıraktık. Tamamen içgüdü ile piyanolarımızdan, yaylı sazlar esintileriyle barok, klasik ve jazz armonileri motifleri, gitar, mandolin ve tef sesleri döküldü.  Bu şarkının albümdeki icramız için, ABD dergisi Jazztimes, “bugüne kadar gelmiş geçmiş en güzel ve rafine Django  yorumu dedi.

Albüm bir ay sonra Nola Stüdyolarında uç gün içinde kaydedildi ama Warner Elekra Atlantik şirketinin bir kolu olan Rykodisc tarafından yayın haklarının satın alınması ise ancak 18 ay sonra gerçekleşti.

Meral’ciğim, bu albüm uzun bir hayat yolunda senin için bir soluk olmalı diye düşünüyorum. Peki, sence Meral nereye gidiyor? Bu gittiği yolda kim olmak istiyor? Kendisini bir insan olarak nasıl yapılandırıyor?

“Evet, bu albüm o yolculukta gerçekten de bir soluk. Ama güzelliği ve değişikliği diğer solukların yanında, arındırıcı ve tazeleyici bir soluk olmasından geliyor. Bunun neleri arkada bıraktığıma ve nereye gideceğime ışık tutan bir soluk olduğunu düşünüyorum. Müzikte yaratıcılığa orijinaliteye ve “az ama öz”e daha da fazla yaklaşmak ihtiyacındayım ve arzusundayım.

Bugün yeni eserler, teknikler ve repertuar öğrenmekteyim. Bunları birleştirmek, diğer müzisyenlerle birlikte olmak ve çalışmak bana çok zevk veriyor. Demek ki bunu çoğaltmam lazım. Her neyse ki kendimi yenileyebiliyorum, hem günlük hayatta hem de sanatımda her günü samimiyetle yaşamak istiyorum.  Dünden daha iyi bir insan olayım, daha kaliteli iş çıkarayım istiyorum ve bu yapabildiğimin en iyisi mi diye kendime sorarak test etmeye inanıyorum”.

Peki, hayallerini sormak istiyorum, hayatında bu günden sonra neleri gerçekleştirmek istiyorsun?

“Ümitlerimi diyeyim, neyse ki ümit kelimesi realiteyi itmiyor.

İnsanlar yüzünden acı çeken hayvanların hepsine yardım edecek kadar para kazanmak isterdim. Mümkün olabilecek en kısa zamanda embriyonik kök hücre çalışmalarının sonuçlanarak, doğa veya kaza sonucu meydana gelen şeylerin insanlara çektirdiği azapların dinmesini görmek istiyorum. Son albümünün kazancının belli bir yüzdesi kök hücre çalışmalarına bağışlanıyor.

Hepimizin hayatında belli bir hastalıktan dolayı acı çeken sevdiklerimiz olmuştur, benim de oldu ve bu sorunun çözümüne bir katkı da ben yapmak istedim. Bir şey dikkatini çekmiş olmalı, mesela ben bu soruya, hayalim “New York Filarmoni ile çalmak” diye cevap vermedim, bu tür zevkleri geçmişte çok tattım. Gerçi bu orkestra ile değil ama müzik dünyasında ilk 10’un arasında yer alan Baltimore ve Pittsburgh Senfoni Orkestraları ile birlikte çaldım. Bunun ileride gene olacağını biliyorum.

O zaman, gene ümitlerim diyeyim, ümitlerin neler diye sorarsan şunları söyleyeyim: Hiç durmamak, ama boş enerji de sarf etmemek istiyorum. Bugün ne yapmam lazımsa onu yapıyorum, doğru yaparsam zaten o beni yarına ve daha doğruya yöneltiyor.

Albert Einstein’in sözlerini  örnek almak lazım: “Ne kadar çok öğrensem o kadar çok bilmediğimi anlıyorum. Ne kadar bilmediğimi anladığımda ise bir o kadar daha öğrenmek istiyorum”. Yeni müzikler öğrenmek, prömiyerler çalmak ve yeni kompozitörlere hizmet etmeye devam etmek istiyorum. Bir yandan da repertuarımdaki çok sevdiğim klasikleşmiş konçerto ve solo eserleri dinletmeye devam edeceğim.

Bir anne olarak, ne düşünüyorsun?

Annelik duyguları ve kaygıları çocuklar ne kadar büyüseler de hiç azalmıyor. Cem’in, Troy’un annesi, Çiğdem’in ve Ilana’nın manevi annesiyim. Sadece oğlum Troy benimle yaşıyor, çocuklarım her zaman benim oksijenim ve hayatımın sebebi oldular. Hayatımda onlardan daha önemli bir şey yok. Biz çocuklarımızın eğitmeni olduğumuz kadar onlardan da en güzel dersleri almayı kabul etmeliyiz, çünkü hakikaten onlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Bir jazz müzisyeni olarak, bir klasik müzik piyanisti olarak kendini nerede ve nasıl görüyorsun?

Hoş bir söz var: “Sadece bir çeşit müzik vardır -o da ” iyi müzik”-bugün eşsiz isimlerle birlikte müzik yapmak, dünyadaki sayılı plak firmalarından biriyle anlaşmış olmak ve Yamaha Konser Artisti ünvanını taşımak şansına eriştim, ama müzik hayatımda hiçbir nokta yok, onun yerine  her gün birçok yeni parantezler açılıyor. Yeni cümleler de gezineyim, sisli, berrak, esrarengiz, dans içeren notaların içinde eriyeyim, ama kendimi kaybetmeden piyanoya hâkim olayım istiyorum. Her zaman yeni renkler, şekiller ve kontrastlar keşfetmeliyim. Sevgili James Conlon şöyle bir  filozofik bağdaştırma yapmış ve sormuştu: Müzikte Plato mu yoksa Aristotle felsefesi mi geçerlidir? Plato kavramını müziğe taşırsak, ideal bir yorum önce geliyor ve her şey o yoruma uymak uğruna yapılıyor, kompozitörün istekleri bir nevi harita görevi görüyor, katı ve bütün. Bir de Aristotle yaklaşımı var ki benim olduğum yer orası. Gerçi facebook Plato olduğumu söylese de ben buna katılmıyorum. Burada müzik bir yığın materyaller ile başlıyor, çalınıyor veya söyleniyor ve gittikçe genişleyerek merkezi fiziksel ve spirituel alanına oturuyor. Amaç o. Mesela bir harita size bir yeri anlatamaz ancak gösterir diyor Conlon, o yere gitmeniz gerekir ki anlayın ne olduğunu. Bir nevi içerden dışarı bakış, yola koyulmak. Ben bunu yaşıyorum.

Klasikte yorumun macerası bu oluyor. Jazz’da ise klasik kadar, melodik, ritmik  ve strüktürel bir disiplin var,  doğaçlamalar bile öğrenilmiş, deneyim geçirmiş parmak ve ses şartlanmalarının, nota desenlerinin armoniler etrafında dansları oluyor. Klasik veya jazz, yorum veya doğaçlama, sonuçta Miles Davis’in şu sözlerini bu düşüncelerin hepsine adapte edebiliriz:

Meral’ciğim, bu albüm uzun bir hayat yolunda senin için bir soluk olmalı diye düşünüyorum. Peki, sence Meral nereye gidiyor? Bu gittiği yolda kim olmak istiyor? Kendisini bir insan olarak nasıl yapılandırıyor?

“Evet, bu albüm o yolculukta gerçekten de bir soluk. Ama güzelliği ve değişikliği diğer solukların yanında, arındırıcı ve tazeleyici bir soluk olmasından geliyor. Bunun neleri arkada bıraktığıma ve nereye gideceğime ışık tutan bir soluk olduğunu düşünüyorum. Müzikte yaratıcılığa orijinaliteye ve “az ama öz”e daha da fazla yaklaşmak ihtiyacındayım ve arzusundayım.

Bugün yeni eserler, teknikler ve repertuar öğrenmekteyim. Bunları birleştirmek, diğer müzisyenlerle birlikte olmak ve çalışmak bana çok zevk veriyor. Demek ki bunu çoğaltmam lazım. Her neyse ki kendimi yenileyebiliyorum, hem günlük hayatta hem de sanatımda her günü samimiyetle yaşamak istiyorum.  Dünden daha iyi bir insan olayım, daha kaliteli iş çıkarayım istiyorum ve bu yapabildiğimin en iyisi mi diye kendime sorarak test etmeye inanıyorum”.

Peki, hayallerini sormak istiyorum, hayatında bu günden sonra neleri gerçekleştirmek istiyorsun?

“Ümitlerimi diyeyim, neyse ki ümit kelimesi realiteyi itmiyor.

İnsanlar yüzünden acı çeken hayvanların hepsine yardım edecek kadar para kazanmak isterdim. Mümkün olabilecek en kısa zamanda embriyonik kök hücre çalışmalarının sonuçlanarak, doğa veya kaza sonucu meydana gelen şeylerin insanlara çektirdiği azapların dinmesini görmek istiyorum. Son albümünün kazancının belli bir yüzdesi kök hücre çalışmalarına bağışlanıyor.

Hepimizin hayatında belli bir hastalıktan dolayı acı çeken sevdiklerimiz olmuştur, benim de oldu ve bu sorunun çözümüne bir katkı da ben yapmak istedim. Bir şey dikkatini çekmiş olmalı, mesela ben bu soruya, hayalim “New York Filarmoni ile çalmak” diye cevap vermedim, bu tür zevkleri geçmişte çok tattım. Gerçi bu orkestra ile değil ama müzik dünyasında ilk 10’un arasında yer alan Baltimore ve Pittsburgh Senfoni Orkestraları ile birlikte çaldım. Bunun ileride gene olacağını biliyorum.

O zaman, gene ümitlerim diyeyim, ümitlerin neler diye sorarsan şunları söyleyeyim: Hiç durmamak, ama boş enerji de sarf etmemek istiyorum. Bugün ne yapmam lazımsa onu yapıyorum, doğru yaparsam zaten o beni yarına ve daha doğruya yöneltiyor.

Albert Einstein’in sözlerini  örnek almak lazım: “Ne kadar çok öğrensem o kadar çok bilmediğimi anlıyorum. Ne kadar bilmediğimi anladığımda ise bir o kadar daha öğrenmek istiyorum”. Yeni müzikler öğrenmek, prömiyerler çalmak ve yeni kompozitörlere hizmet etmeye devam etmek istiyorum. Bir yandan da repertuarımdaki çok sevdiğim klasikleşmiş konçerto ve solo eserleri dinletmeye devam edeceğim.

Bir anne olarak, ne düşünüyorsun?

Annelik duyguları ve kaygıları çocuklar ne kadar büyüseler de hiç azalmıyor. Cem’in, Troy’un annesi, Çiğdem’in ve Ilana’nın manevi annesiyim. Sadece oğlum Troy benimle yaşıyor, çocuklarım her zaman benim oksijenim ve hayatımın sebebi oldular. Hayatımda onlardan daha önemli bir şey yok. Biz çocuklarımızın eğitmeni olduğumuz kadar onlardan da en güzel dersleri almayı kabul etmeliyiz, çünkü hakikaten onlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Bir jazz müzisyeni olarak, bir klasik müzik piyanisti olarak kendini nerede ve nasıl görüyorsun?

Hoş bir söz var: “Sadece bir çeşit müzik vardır -o da ” iyi müzik”-bugün eşsiz isimlerle birlikte müzik yapmak, dünyadaki sayılı plak firmalarından biriyle anlaşmış olmak ve Yamaha Konser Artisti ünvanını taşımak şansına eriştim, ama müzik hayatımda hiçbir nokta yok, onun yerine  her gün birçok yeni parantezler açılıyor. Yeni cümleler de gezineyim, sisli, berrak, esrarengiz, dans içeren notaların içinde eriyeyim, ama kendimi kaybetmeden piyanoya hâkim olayım istiyorum. Her zaman yeni renkler, şekiller ve kontrastlar keşfetmeliyim. Sevgili James Conlon şöyle bir  filozofik bağdaştırma yapmış ve sormuştu: Müzikte Plato mu yoksa Aristotle felsefesi mi geçerlidir? Plato kavramını müziğe taşırsak, ideal bir yorum önce geliyor ve her şey o yoruma uymak uğruna yapılıyor, kompozitörün istekleri bir nevi harita görevi görüyor, katı ve bütün. Bir de Aristotle yaklaşımı var ki benim olduğum yer orası. Gerçi facebook Plato olduğumu söylese de ben buna katılmıyorum. Burada müzik bir yığın materyaller ile başlıyor, çalınıyor veya söyleniyor ve gittikçe genişleyerek merkezi fiziksel ve spirituel alanına oturuyor. Amaç o. Mesela bir harita size bir yeri anlatamaz ancak gösterir diyor Conlon, o yere gitmeniz gerekir ki anlayın ne olduğunu. Bir nevi içerden dışarı bakış, yola koyulmak. Ben bunu yaşıyorum.

Klasikte yorumun macerası bu oluyor. Jazz’da ise klasik kadar, melodik, ritmik  ve strüktürel bir disiplin var,  doğaçlamalar bile öğrenilmiş, deneyim geçirmiş parmak ve ses şartlanmalarının, nota desenlerinin armoniler etrafında dansları oluyor. Klasik veya jazz, yorum veya doğaçlama, sonuçta Miles Davis’in şu sözlerini bu düşüncelerin hepsine adapte edebiliriz:

“Kâğıtta yazanla ilgilenmiyorum, kâğıtta olmayan ile ilgileniyorum.”

Kendimde neye ve neden inandığımı biliyorum, ama aynı zamanda bana verilen potansiyeli işlemek, mükemmelliğe mümkün olduğu kadar yanaşmak sorumluluğunu hissediyorum. Hayatın amacı da zaten bu değil mi? Bu tükenince yaşam da bitermiş. 

Meral bir müzikalde oynasa idi hangisini tercih ederdi, hangi rolü oynamak isterdi. Meral’in yaşamı filme çekilse idi kendisini hangi aktris oynasın isterdi, her iki soru için de soruyorum, neden.

Bilmiyorum ama önce belki Fred Astaire’in yanında dans eden Ginger Rogers olmak isterdim. Uçuşan beyaz elbiselerle veya dar ve sırtı açık siyah elbiselerle ve o topuklu ayakkabılarla uçmak isterdim. Bir de içimde kalan bir çocukluk var, 7 sene Avusturya lisesine gitmiş olmak var, o yüzden Sound of Music’in Maria’sı olabilirdim. Şarkıları da baştan aşağı ezberlemiştim. Yaşamım filme çekilseydi beni Jane Fonda oynasın isterdim.

Jane Fonda, Jane Fonda, Jane Fonda… Neden? Dünyanın en iyi aktrisi, vahşi ve güçlü olmanın yanında kolay yaralanan bir yapısı var, fedakâr bir kadın, yaşamış olduğu bütün düş kırıklıkları ve kendisine verilen sözlerin tutulmamış olmasına rağmen hala iyimserlik  ve başarı ve mizah ile yaşıyor. Oğullarımızın isimleri bile aynı; Troy.

Bundan sonra sırada hangi projeler var? Meral’in hayatında bir 24 saat nasıl geçiyor, kimlerin ve nelerin öncelikleri var?

24 saatim, masada ve piyano da çalışarak, yürüyüş yaparak, okuyarak veya TV’de ya haber ya da konser seyrederek geçiyor. Son olarak Herbie Hancock’un Possibilities albümü çalışmalarını, Bill Evans’ın Oslo Konserini ve Jacqueline Du Pr’ nin o güzelim Elgar Konçertosunu izledim. Öncelik, ailem ve mesleğim. Ne büyük şans, bugüne kadar annelik mesleğimi, mesleğim de anneliğimi destekledi. Sonra tabi arkadaşlarım. Arkadaşlarımı hayat ilerledikçe daha derinlemesine değerlendiriyorum. Hayatta diğer her şey geçici ve yapaydır.

Önümüzdeki günlerde video çekimleri, Nisanda, Stockton Kolejinde (New Jersey) bir akademik ve artistik bir programım var. Mayısta New York’da Yamaha Konser Salonunda bir konserimi ilk prodüktörüm ve çok değerli sanatçımız, yazarımız ve dostum İlhan Mimaroğlu’na ithaf ediyorum. Şu yazıları yazdığım bugün, 11 Mart 2008’de kendisi 83 yaşında oluyor. Bu programda onun bu yaşını da kutluyoruz. Bu program önce Alban Berg, Franz Liszt ve Alexander Scriabin ile başlayarak, ikinci yarıda çağdaş besteciler olan Vincent Persichetti, George Gershwin ve Duke Ellington ile sürecek. Manhattan Transfer’den Janis Siegel da bana eşlik edecek. Çünkü kendisi de İlhan Mimaroglu’nun çalışmış olduğu artist ve dostlarından biri. Sonra umuyorum ki Haziranda Türkiye’de önemli bir projemiz var.

Ardından gelecek sene Belçika ve Fransa’yı içeren bir turum var. Bu arada şunu da ilave etmek istiyorum. Ahmet Ertegün konserime sponsor olmakla birlikte benim albümümü yapmak istemedi. Sebep olarak da “John Lewis’in “Evolution” albümünü yaptım, sata sata 4 bin tane sattı, artık jazz albümü yapmam” dedi. Ama WEA benim projemi kabul etti ve yayınladı, ben ise albümü onun hayatına ithaf ettim. Meral Günayman, Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. Yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım, seni çok özlemişim, gel artık buraya…

Tunçel Gülsoy

tuncelgulsoy@gmail.com

Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet

Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet

Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet.

Meral Günayman Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. O aynı zamanda 2 güzel çocuğun annesi, yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım. Ne yazık ki Meral çok uzaklarda yaşıyor, zaman zaman internet üzerinden mesajlaşıyoruz, bana yeni çalışmalarını gönderiyor, onunla olmasa bile onun akrabaları ile radyo programımda albümlerini çalarak kulaklarını çınlatıyoruz.

Meral’in en yeni albümü olan “Playful Virtiosity” müzik âleminde büyük bir ses getirdi, bu sene Grammy ödülünü Herbie Hancock aldı ama ödülün adayları arasında Meral’in albümü de vardı.Kendisi ile bu güzel çalışması ile ilgili bir röportaj yapmak istediğimde bunu ancak sanal ortamda gerçekleştirebileceğimizi öğrendim, sorularımı hazırladım ve ona yolladım. Bu satırları yazarken de ondan gelen yazılı cevapları kendi beynimde karşı karşıya oturduğumuzu hayal ederek kâğıda döktüm, onun yüreğindeki coşkuyu sizlere ulaştırmaya çalıştım. Önce albümün hikâyesinden başladık:“Albüm tamamen organik yani doğal ve basamakları zorlamadan gelişen bir proje oldu. Belki de bu yüzden ilk kavramın oluşmasından kayda girmemize kadar 3,5 sene geçti.

Önce aynı adı yani “Playful Virtiosity” adını taşıyan bir konser verdik. Daha sonra da o konserin repertuarı bu albümün ham maddelerini oluşturdu.2003 senesinde New York’ ta yeni bir konserin planlarına başladım. 10 seneden fazla bir zamandan beri New York’ta konser vermemiştim. Etrafımda bir sürü melekler vardı. O sene  Balkan turunda tanıştığım Bosna Hersek elçimiz, çok değerli insan Sina Baydur, Birleşmiş Milletler daimi elçimiz Ümit Pamir ve eşi Dilek Pamir, Dışişleri Bakanlığımız, Washington Büyükelçimiz Faruk Logoğlu ve Ahmet Ertegün el ele verdiler ve konserin Carnegie Hall’ da gerçekleşmesine karar verildi. Nasıl bir program sunacağımı düşünmeye başladım. Balkan turnesinde Schumann Fantasi’ yi belki 10 kez çalmıştım, bu parçaya özel bir yakınlığım vardır.  Bunun gibi Debussy, Ali Darmar ve neredeyse cildimin altında hissettiğim Gershwin vardı. Hangilerinden parça seçmem gerektiğini düşündüm.

Sonra hepsini unutup Gershwin kalmak şartıyla sil baştan ve tamamen orijinal bir program yapmaya karar verdim ve Dick Hyman’ı benimle çalmaya davet ettim. Kendisi ile zaten yürüyen bir müzik ortaklığımız vardı ama birlikte çalmıyorduk. O bana kompozisyonlarını ve düzenlemelerini yolluyor ben ise onları icra ediyordum. Benden başka birde klasik piyanist olarak Ruth Laredo ile çalışmıştı. “Ben senin nasıl bir piyanist olduğunu biliyorum, Prokofiev Konçertonu video da izledim” dedi. Birlikte çalma davetimi nefes almadan kabul etti. İş repertuara ve provalara kalmıştı.

İstediğimiz gibi çalışmamız için New York’ta Yamaha ve Faziola piyanoları bize kapılarını ve salonlarını açtı çalışma imkânı verdiler. Dick Florida’da ben ise New Jersey’de yaşıyorduk. Yamaha artistleri listesine alınmam da bu arada oldu. Klasik dünyadan işbirliği yapmış olduğum Michael Tilson Thomas, jazz ve pop dünyasından ise Alicia Keys, Norah Jones, Chick Corea arasındaki resmime bakıp hala inanmıyorum. 

Her neyse, Dick ile oturup Indiana Varyasyonlarını çalmaya başladık, bu çok güzel bir müzik beraberliğinin başlangıcı idi. Gershwin’in zamana ve mekâna sığmayan 7 standart şarkısını Earl Wild’in transkripsiyonları ile “Virtüöz Etütleri” başlığı altında ben çaldım.  Dick ise doğaçlamalar ile devam etti. Dick Indiana Varyasyonlarını ve Üç Rap parçalarını iki piyanoya uyarladı. Evet,  yanlış duymadın, tamamen piyanoda çalınan bir rap parçası. Ve Modern Jazz Quartet piyanisti John Lewis’in Belçikalı “Gypsy” gitarist Django Reinhardt’a ithaf ettiği “Django”yu ikimiz birlikte iki piyanoya uyguladık. Parçanın orta bölümünü ise tamamen doğaçlamaya bıraktık. Tamamen içgüdü ile piyanolarımızdan, yaylı sazlar esintileriyle barok, klasik ve jazz armonileri motifleri, gitar, mandolin ve tef sesleri döküldü.  Bu şarkının albümdeki icramız için, ABD dergisi Jazztimes, “bugüne kadar gelmiş geçmiş en güzel ve rafine Django  yorumu dedi.

Albüm bir ay sonra Nola Stüdyolarında uç gün içinde kaydedildi ama Warner Elekra Atlantik şirketinin bir kolu olan Rykodisc tarafından yayın haklarının satın alınması ise ancak 18 ay sonra gerçekleşti.

Meral’ciğim, bu albüm uzun bir hayat yolunda senin için bir soluk olmalı diye düşünüyorum. Peki, sence Meral nereye gidiyor? Bu gittiği yolda kim olmak istiyor? Kendisini bir insan olarak nasıl yapılandırıyor?

“Evet, bu albüm o yolculukta gerçekten de bir soluk. Ama güzelliği ve değişikliği diğer solukların yanında, arındırıcı ve tazeleyici bir soluk olmasından geliyor. Bunun neleri arkada bıraktığıma ve nereye gideceğime ışık tutan bir soluk olduğunu düşünüyorum. Müzikte yaratıcılığa orijinaliteye ve “az ama öz”e daha da fazla yaklaşmak ihtiyacındayım ve arzusundayım.

Bugün yeni eserler, teknikler ve repertuar öğrenmekteyim. Bunları birleştirmek, diğer müzisyenlerle birlikte olmak ve çalışmak bana çok zevk veriyor. Demek ki bunu çoğaltmam lazım. Her neyse ki kendimi yenileyebiliyorum, hem günlük hayatta hem de sanatımda her günü samimiyetle yaşamak istiyorum.  Dünden daha iyi bir insan olayım, daha kaliteli iş çıkarayım istiyorum ve bu yapabildiğimin en iyisi mi diye kendime sorarak test etmeye inanıyorum”.

Peki, hayallerini sormak istiyorum, hayatında bu günden sonra neleri gerçekleştirmek istiyorsun?

“Ümitlerimi diyeyim, neyse ki ümit kelimesi realiteyi itmiyor.

İnsanlar yüzünden acı çeken hayvanların hepsine yardım edecek kadar para kazanmak isterdim. Mümkün olabilecek en kısa zamanda embriyonik kök hücre çalışmalarının sonuçlanarak, doğa veya kaza sonucu meydana gelen şeylerin insanlara çektirdiği azapların dinmesini görmek istiyorum. Son albümünün kazancının belli bir yüzdesi kök hücre çalışmalarına bağışlanıyor.

Hepimizin hayatında belli bir hastalıktan dolayı acı çeken sevdiklerimiz olmuştur, benim de oldu ve bu sorunun çözümüne bir katkı da ben yapmak istedim. Bir şey dikkatini çekmiş olmalı, mesela ben bu soruya, hayalim “New York Filarmoni ile çalmak” diye cevap vermedim, bu tür zevkleri geçmişte çok tattım. Gerçi bu orkestra ile değil ama müzik dünyasında ilk 10’un arasında yer alan Baltimore ve Pittsburgh Senfoni Orkestraları ile birlikte çaldım. Bunun ileride gene olacağını biliyorum.

O zaman, gene ümitlerim diyeyim, ümitlerin neler diye sorarsan şunları söyleyeyim: Hiç durmamak, ama boş enerji de sarf etmemek istiyorum. Bugün ne yapmam lazımsa onu yapıyorum, doğru yaparsam zaten o beni yarına ve daha doğruya yöneltiyor.

Albert Einstein’in sözlerini  örnek almak lazım: “Ne kadar çok öğrensem o kadar çok bilmediğimi anlıyorum. Ne kadar bilmediğimi anladığımda ise bir o kadar daha öğrenmek istiyorum”. Yeni müzikler öğrenmek, prömiyerler çalmak ve yeni kompozitörlere hizmet etmeye devam etmek istiyorum. Bir yandan da repertuarımdaki çok sevdiğim klasikleşmiş konçerto ve solo eserleri dinletmeye devam edeceğim.

Bir anne olarak, ne düşünüyorsun?

Annelik duyguları ve kaygıları çocuklar ne kadar büyüseler de hiç azalmıyor. Cem’in, Troy’un annesi, Çiğdem’in ve Ilana’nın manevi annesiyim. Sadece oğlum Troy benimle yaşıyor, çocuklarım her zaman benim oksijenim ve hayatımın sebebi oldular. Hayatımda onlardan daha önemli bir şey yok. Biz çocuklarımızın eğitmeni olduğumuz kadar onlardan da en güzel dersleri almayı kabul etmeliyiz, çünkü hakikaten onlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Bir jazz müzisyeni olarak, bir klasik müzik piyanisti olarak kendini nerede ve nasıl görüyorsun?

Hoş bir söz var: “Sadece bir çeşit müzik vardır -o da ” iyi müzik”-bugün eşsiz isimlerle birlikte müzik yapmak, dünyadaki sayılı plak firmalarından biriyle anlaşmış olmak ve Yamaha Konser Artisti ünvanını taşımak şansına eriştim, ama müzik hayatımda hiçbir nokta yok, onun yerine  her gün birçok yeni parantezler açılıyor. Yeni cümleler de gezineyim, sisli, berrak, esrarengiz, dans içeren notaların içinde eriyeyim, ama kendimi kaybetmeden piyanoya hâkim olayım istiyorum. Her zaman yeni renkler, şekiller ve kontrastlar keşfetmeliyim. Sevgili James Conlon şöyle bir  filozofik bağdaştırma yapmış ve sormuştu: Müzikte Plato mu yoksa Aristotle felsefesi mi geçerlidir? Plato kavramını müziğe taşırsak, ideal bir yorum önce geliyor ve her şey o yoruma uymak uğruna yapılıyor, kompozitörün istekleri bir nevi harita görevi görüyor, katı ve bütün. Bir de Aristotle yaklaşımı var ki benim olduğum yer orası. Gerçi facebook Plato olduğumu söylese de ben buna katılmıyorum. Burada müzik bir yığın materyaller ile başlıyor, çalınıyor veya söyleniyor ve gittikçe genişleyerek merkezi fiziksel ve spirituel alanına oturuyor. Amaç o. Mesela bir harita size bir yeri anlatamaz ancak gösterir diyor Conlon, o yere gitmeniz gerekir ki anlayın ne olduğunu. Bir nevi içerden dışarı bakış, yola koyulmak. Ben bunu yaşıyorum.

Klasikte yorumun macerası bu oluyor. Jazz’da ise klasik kadar, melodik, ritmik  ve strüktürel bir disiplin var,  doğaçlamalar bile öğrenilmiş, deneyim geçirmiş parmak ve ses şartlanmalarının, nota desenlerinin armoniler etrafında dansları oluyor. Klasik veya jazz, yorum veya doğaçlama, sonuçta Miles Davis’in şu sözlerini bu düşüncelerin hepsine adapte edebiliriz:

“Kâğıtta yazanla ilgilenmiyorum, kâğıtta olmayan ile ilgileniyorum.”

Kendimde neye ve neden inandığımı biliyorum, ama aynı zamanda bana verilen potansiyeli işlemek, mükemmelliğe mümkün olduğu kadar yanaşmak sorumluluğunu hissediyorum. Hayatın amacı da zaten bu değil mi? Bu tükenince yaşam da bitermiş. 

Meral bir müzikalde oynasa idi hangisini tercih ederdi, hangi rolü oynamak isterdi. Meral’in yaşamı filme çekilse idi kendisini hangi aktris oynasın isterdi, her iki soru için de soruyorum, neden.

Bilmiyorum ama önce belki Fred Astaire’in yanında dans eden Ginger Rogers olmak isterdim. Uçuşan beyaz elbiselerle veya dar ve sırtı açık siyah elbiselerle ve o topuklu ayakkabılarla uçmak isterdim. Bir de içimde kalan bir çocukluk var, 7 sene Avusturya lisesine gitmiş olmak var, o yüzden Sound of Music’in Maria’sı olabilirdim. Şarkıları da baştan aşağı ezberlemiştim. Yaşamım filme çekilseydi beni Jane Fonda oynasın isterdim.

Jane Fonda, Jane Fonda, Jane Fonda… Neden? Dünyanın en iyi aktrisi, vahşi ve güçlü olmanın yanında kolay yaralanan bir yapısı var, fedakâr bir kadın, yaşamış olduğu bütün düş kırıklıkları ve kendisine verilen sözlerin tutulmamış olmasına rağmen hala iyimserlik  ve başarı ve mizah ile yaşıyor. Oğullarımızın isimleri bile aynı; Troy.

Bundan sonra sırada hangi projeler var? Meral’in hayatında bir 24 saat nasıl geçiyor, kimlerin ve nelerin öncelikleri var?

24 saatim, masada ve piyano da çalışarak, yürüyüş yaparak, okuyarak veya TV’de ya haber ya da konser seyrederek geçiyor. Son olarak Herbie Hancock’un Possibilities albümü çalışmalarını, Bill Evans’ın Oslo Konserini ve Jacqueline Du Pr’ nin o güzelim Elgar Konçertosunu izledim. Öncelik, ailem ve mesleğim. Ne büyük şans, bugüne kadar annelik mesleğimi, mesleğim de anneliğimi destekledi. Sonra tabi arkadaşlarım. Arkadaşlarımı hayat ilerledikçe daha derinlemesine değerlendiriyorum. Hayatta diğer her şey geçici ve yapaydır.

Önümüzdeki günlerde video çekimleri, Nisanda, Stockton Kolejinde (New Jersey) bir akademik ve artistik bir programım var. Mayısta New York’da Yamaha Konser Salonunda bir konserimi ilk prodüktörüm ve çok değerli sanatçımız, yazarımız ve dostum İlhan Mimaroğlu’na ithaf ediyorum. Şu yazıları yazdığım bugün, 11 Mart 2008’de kendisi 83 yaşında oluyor. Bu programda onun bu yaşını da kutluyoruz. Bu program önce Alban Berg, Franz Liszt ve Alexander Scriabin ile başlayarak, ikinci yarıda çağdaş besteciler olan Vincent Persichetti, George Gershwin ve Duke Ellington ile sürecek. Manhattan Transfer’den Janis Siegel da bana eşlik edecek. Çünkü kendisi de İlhan Mimaroglu’nun çalışmış olduğu artist ve dostlarından biri. Sonra umuyorum ki Haziranda Türkiye’de önemli bir projemiz var.

Ardından gelecek sene Belçika ve Fransa’yı içeren bir turum var. Bu arada şunu da ilave etmek istiyorum. Ahmet Ertegün konserime sponsor olmakla birlikte benim albümümü yapmak istemedi. Sebep olarak da “John Lewis’in “Evolution” albümünü yaptım, sata sata 4 bin tane sattı, artık jazz albümü yapmam” dedi. Ama WEA benim projemi kabul etti ve yayınladı, ben ise albümü onun hayatına ithaf ettim. Meral Günayman, Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. Yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım, seni çok özlemişim, gel artık buraya…

Tunçel Gülsoy

tuncelgulsoy@gmail.com

Meltem Ege ile Domino Teorisi Üzerine Kaldığımız Yerden Devam

Meltem Ege ile Domino Teorisi Üzerine Kaldığımız Yerden Devam

Meltem Ege ile Domino Teorisi Üzerine Kaldığımız Yerden Devam

Geçen sene Meltem Ege ile ilk konuştuğumuz zaman Finlandiya’daki 12. Lady Summertime yarışmasında birinci olmuş ve dönmüştü. Ama henüz dünyanın en ünlü ve prestijli müzik okullarından birisi olan Berklee’ye gitmemişti. Daha sonra Meltem Amerika’ya gitti ve tekrar Türkiye’ye döndü. Hoş bir tesadüf onu müzik dünyasına taşıyan Nardis’te sahne aldığı gece onunla yeniden sohbet ettik ve bir röportaj için sözleşerek ayrıldık. Onunla tekrar konuşmadan önce geçen sene yazdığım yazıya baktım. Meğer sohbetimizde Meltem bakın neler demiş:

“Klasik müzikle yola çıktım, piyanist oldum ama sonra yolumu değiştirdim. Artık klasik müziğe zaman ayıramıyorum ve ilham almıyorum. Bu güne kadar de ders almadan jazz müziğinde bir yerlere geldim ama şimdi iyi bir eğitim alacağım. Birçok sevdiğim ve takip ettiğim jazz müzisyeni var ama aralarında bir ayırım yapmıyorum. Daha doğrusu düşüncelerimi kendime saklamak istiyorum. Dönünce kendi ülkemde de bir şeyler yapmak istiyorum, bir okul açacak gücü toplamam gerekiyor.

İnsanın kendisine dönüp bakıp ne olduğunu görmesi çok zor bir şeydir. Her alanda herkese şunu diyorum; gitmek istediğiniz yolda cesur olun, sevdiğiniz konuda bir şeyler yapmaktan korkmayın. Aslında hayatta hiçbir yenilgi yok, sadece yeni bir şeyler öğrenmek var.Ben korksaydım hiçbir yere varmazdım, ne oluyorsa zaten oluyor, cesaretle yola çıkmak lazım. Siz de korkmayın ve bir an önce yola çıkın”. Ben ise Meltem’in yüreğinin götürdüğü yolda başarılı olacağına, buraya dönünce Berklee’den aldığı ışığı başka yüreklere taşıyarak tek bir domino taşının mucizeler yaratabileceğini göstereceğine içtenlikle inanıyorum demiştim.

Sonra teyp döndü, ona Amerika’da yediğin içtiğin senin olsun, bize jazz namına neler gördüğünü anlat dedim, o anlattı ben dinledim:

“Berklee gerçekten müthiş bir okul, insana çok geniş seçenekler yelpazesi sunuyor. Kendi ana diploma dalını seçmeden önce ilk yıl herkes birlikte okuyor. Armoni, kulak eğitimi gibi temel müzik derslerini alarak eğitimime başladım. Buraya dönmeden önce ana dalımı seçtim ve okula deklare ettim, Jazz Performance Vocal konusunda okumaya devam edeceğim. Ben zaten bu konuda çalışmak için gitmiştim ama ses mühendisliği, müzik prodüktörlüğü gibi birçok konuda öğrenim görmek mümkün, ben ayrıca bazı yan dersler de aldım. Gelecek seneden itibaren asıl ihtisas konum olan jazz vokali derslerini almaya başlayacağım.

Ben Bilkent üniversitesinde piyanist olmayı ve biraz da vokalist olmayı öğrenmiştim. Şimdi orada gerçek bir müzisyen olmayı öğreniyorum. Bilkent’teki eğitimimiz klasik müzik ve enstrümana, benim durumumda piyano odaklı idi. Üniversitenin zorunlu dersleri vardı, örneğin devrim tarihi, onları alırdık bir de her yıl bir repertuar hazırlar ve sene sonunda onu çalardık. Günde uzun uzun o programı hazırlardık ve çok zamanımızı alırdı bu çalışma. Bir piyanist olarak yetiştim.

Jazz’a başlamam tesadüf ile oldu. Aslında küçükken evde sesimin güzel olduğu konuşuluyordu. On sekiz yaşındayken üniversiteye yeni gittiğim yılda bir müzik grubunda hem klavye çalacak hem de vokal yapacak bir kişi arıyorlardı, bana soruldu ve kabul ettim. Önce sadece klavye çalıyordum, sonra bir iki parçada klavye çaldım, herkesin hoşuna gitti. O grupta klavyeciliğim bitti, daha sonra sadece vokalist oldum. Bu aslında klavyecilikten de bir kaçış oldu benim için. Vokalist olarak kendimi daha iyi ifade edebiliyordum, geceleri gidip bir yerlerde şarkı söylerken çok eğleniyorduk. Önceleri sadece rock söylüyorduk. Sonra diğer gruplarda funk söyledim, R&B söyledim. Jazz ise çok daha yeni, ilk önce 2 sene evel bir grupta jazz söyledim. Hatta rock söylediğimiz grupta ilk defa jazz söyledik”.

Peki Berklee sana nasıl bir ufuk açtı?

“Şöyle bir ufuk açtı diyebilirim. Orada öncelikle çok ciddi bir jazz armonisi ve teorisi dersleri aldım. Bunları da müzikte nasıl kullanabileceğinizi öğretiyorlar, sadece kurallarla sınırlı kalmıyorlar. Bu açıdan çok gerçekçiler. Düzenleme dersi aldık, değişik müzik enstrümanları için düzenleme nasıl yapılır müzikte nasıl kullanılır, bize öğrettiler. Örneğin bir vokalist olarak bir basçıya ne istediğini öğretirken kendi bakış açınla değil bir basçının bakış açısıyla bunu nasıl anlatacağını öğrendik. Bir davulcuyla onun bakış açısıyla nasıl konuşacağını öğreniyorsun. Birçok da beste yaptık. Önce çok afalladım. Klasik müzikte ne yapacağın bellidir, nota önündedir. Stiller ve dönemlere göre kurallar bellidir. Berklee’de ise hele sen önce bir şey yarat, daha sonra bakarız dediler. Kısacası bizde önce bir üretkenlik açtılar. Bu çok önemli, düzenleme dersinde altı yedi değişik enstrüman için düzenleme yaptım ve benim için çok önemli bir deneyim oldu. Gitar dersine yazıldım. Gitar öğrendim. Müziğe çok daha geniş bir açıdan bakmayı öğrendim”.

Oraya dünyanın yedi düvelinden adam gelmiştir, peki onlardan jazz adına ne öğrendin?

“Oraya gerçekten dünyanın her yerinden çok yetenekli insanlar geliyor. Sadece genç değil her yaştan insan var ve herkes kendi şehrinin en iyisi. Oraya gelip diğer insanlarla bir araya gelince insanda önce bir ego bocalaması yaşıyorsun. Ben iyi idim diyorsun ama yanına bakıyorsun, o baktığın kişi de müthiş. Herkes mükemmel ve müthiş. Buna adapte olabilmek için çok önemli bir geri adım atıyorsun ve düşünsel olarak kendinden vazgeçiyorsun. Buradaki herkes meslektaş diyorsun kendini bir birey olarak değil büyük bir dünyanın parçası olarak görüyorsun. Bu çok değişik bir bakış açısı.

Ben büyük konuşmayayım, olaya ego ile zaten yaklaşmıyordum, piyanodan geliyorum yarışmalar benim için yeni bir şey, kendini ortaya atıp ben şöyleyim, ben böyleyim demenin yersiz olduğunu görüyorsun. Orada bunun akıllı bir şey olduğunu konuşan asıl şeyin müzik olduğunu görüyorsun.

Jazz olarak da sana cesur olmayı öğretiyorlar, önce adımını at, bir şeyler çal, öyle ortaya çok deniliyor. Önce çal, titreşimler ortaya çıksın, düzeltilmesi gereken bir şey varsa o zaman düzeltirsin deniyor. Ama sadece öğrenerek bir şey yapamazsın, at kendini ortaya ve müziğini yap deniliyor. Önce üret sonra dön bak ne yaptığına deniliyor, bu çok önemli bir şey. Buna alışmak da olay oluyor”.

Bir yıl geçti farklı bir insansın, teknik olarak da stil olarak da farklısın,  sen kendini nasıl görüyorsun?

Okumuşluk olarak başlayayım. Hocalarımdan Lisa Thorson benim bazı korkularımı üzerimden atmama yardımcı oldu. Ben kendi kendime vokal okumadım, mutlaka yanlışım vardır diye düşünüyordum, hocam bana bunu bıraktırdı. İlk dönemde klasik müzik eğitimi almış ama şimdi metal söyleyen bir hocam vardı, onunla şan tekniği çalışıyordum. Oktav nereye kadar çıkarız Ses açıldı mı, nereye kadar açılabilir gibi konular üzerinde çalışmıştık. Onunla fazla ileri gitmediğim hissediyordum. Lisa ile çalışırken ise her telden müzik söylüyorduk, aryalar, jazz ve diğer şeyler. Olaya tür olarak değil bir vokalist açısından yaklaşıyorduk. Ben bazen teknik olarak zorlandığımda kadın olaya teknik olarak değil düşünsel olarak yaklaşıyordu. Bana rahat ol, örneğin istediğin sesi çıkaramıyorsan dizlerini bük öğle çıkar diyordu. Yani olaya bedensel ve zihinsel bir bütün olarak yaklaşıyordu, her ikisini de açıyor ve içimde olan şeyi dışarı çıkartmamı sağlıyordu. Böyle bir fayda gördüm. Bireysel ol, özgün ol, bir kalıba girme sende ne varsa onu ortaya koy, insanlar zaten onu görmek istiyor, bin kere birisinin yaptığı şeyi değil kendine has bir şey ortaya koy. Bu benim için korkudan sıyrılmamada çok faydalı oldu. Neysen osundur.

Başka bir şey olamaya çalışma. Elbette dersler seni ses tekniği olarak geliştiriyor. Kafa ve beyin açılması oldu bu yüzden de kulağıma çok daha fazla şey yerleşmiş, rahat hareker ediyorum çünkü kendimi engellemiyorum. Klasik eğitimden geldiğim için neyin nereden geldiğini zaten müzik olarak gitmeden önce de biliyordum. Doğru mu yapıyorum diye şüphe ile gittim ve doğru yaptığımı gördüm, en önemli farklardan birisi de bu. Bilincim açıldı.

Peki, bu anlattıklarına göre Amerika’daki ve Türkiye’deki yaklaşımların arasındaki temel fark ne oluyor?

Üniversitelerden bahsetmeyelim, bence asıl fark iki ülke arasındaki fark değil. Örneğin benim Türkiye’deki okulum Bilkent Üniversitesi bir müzik okulu olarak çok iyi. Bence asıl bahsedilmesi gereken şey klasik ve jazz arasındaki fark. Klasik müzik eğitime daha elit yaklaşıyor, hocalarında müzisyenlerinde farklı ve elit yaklaşımları var. Yüzyıllardan beri verilen bir eğitimi veriyorlar ve onun içinde oynama esneme payı dar. Biraz üniversitedeki hocalarınız ne derse, ne beğenirlerse onu yapıyorsunuz.

Berklee’de ise hocalar çok daha açık ve rahatlar, sizi bir meslektaş olarak görüyor ve cesaret veriyorlar, herkese cesaret veriyorlar. Jazz öyle bir şey ki hiç kimse dinlemese de bir yerlere gidebilir, çok insana özgü bir müzik. Çok özgür, bireye ve döneme göre değişen şekil değiştiren bir müzik. Gündeme ayak uydurabiliyor. Bu yüzden bir yerde durması ve tıkanması mümkün değil. Bize hep Türkiye’de yeterli jazz dinleyicisi yok diyorlar, hep bir tıkanıklık varmış gibi bir hava veriyorlar. Evet, benim Ankara’da jazz söylediğim bazı kulüpler şimdi kapanmışlar ama onların yerine İstanbul’da kulüpler açılmış. Burada insanların cesaretleri kırılmış gibi gözüküyor bana.

Meltem Ege jazz müziğine neler getirecek?

Benim inandığım şey şu, yol biraz da kendiliğinden açılacak ben her şeye açığım ve gittiğim yere bilinçli olarak gitmeye çalışıyorum. Berklee beni gittiğim yolda daha da fazla etkileyecek. İlk yıl bir iki ders aldım, adapte oldum ama daha gidecek çok yolum ve öğrenecek çok şeyim var. Albüm yapmayı düşünüyorum, bu beni dinleyenler tarafından da söyleniyor ama hiçbir şeye acele ederek girmek istemiyorum. Albüm olacak ama doğru zamanda ve ben hazır olunca olmalı. CD demek ortaya özgün bir şey koymak olmalı. Bunu şimdi de ortaya koya bilirim ama içim henüz rahat değil ve kendimi hazır hissetmiyorum.

Türkiye’de Berklee’ye gökteki bir yıldız gibi bakılıyor, halbuki oradaki insanlar çok açık insanlar. Bizim müzisyenlerimiz de cesur olmalı. Orayı ulaşılması imkansız bir yer olarak görmemeliler. Benim gibi jazz yolunda yürümek isteyenlere söylemek istediğim bir şey var: Cesur olun kendinize inanın ve inançlarınızın peşinden gidin.

Bu noktada onun gelecek ile ilgili bir kısmı da özel hayata giren başka şeyler de konuştuk, bunların hepsini şimdilik sizlerle paylaşamıyorum. Ama geçen sene yaptığımız konuşmada Meltem bazı ip uçları vermişti, onları tekrarlıyorum: “Çevremizdeki birçok kişi bize Türkiye’de ne işiniz var, yurt dışına gidin ve ne yapacaksanız orada yapın diyorlar. Ben bu görüşe karşıyım. Evet, yurt dışına gidelim bu doğru, ama bir başka doğru da şu. Burası doğup büyüdüğümüz ülke. İnsan dışarıda güç toplamalı ama sonunda ülkesine geri dönmeli.

Bir kişi tek başına önemli bir fark yaratamaz diyorlar. Buna da katılmıyorum. Doğru insanlarla çalışıp kendimizi geliştirirsek fark yaratabiliriz diye düşünüyorum. Ben bir kişinin fark yaratma çabasının kendi ötesinde olumlu bir domino etkisi yaratacağına inanıyorum. Bence ölümsüzlük diye bir şey yok, hayat sürelerimiz sınırlı ama geriye bırakabildiğimiz bir şey var. Genç beyinlerde bir güzellik bırakabiliriz. Bu güzellik ise sonsuzluk olabilir, senin devrilecek bir tek taşın oluyor ama o tek taş sonsuza kadar başka taşları devirebiliyor”. Sizin anlayacağınız Meltem ile domino teorisi üzerine konuşmaya devam edeceğiz.

Başak Yavuz     

basakyavuz@gmail.com

Gençler Festival’de Çalıyor

Gençler Festival’de Çalıyor

Gençler Festival’de Çalıyor

Türkiye’de gençlik popüler kültürün esiri olmuştu. Gençler sadece kendilerini eğlendirecek ve kendilerini ait hissedecek popüler kültür endüstrisinin ürünlerini tüketiyorlardı. Bir yandan da bunları kullanmaya zorlanıyorlardı.

Ama bundan 6 yıl önce buna bir dur demek ve bu ergenlik sendromu ve yozlaşmanın içinde kendilerini sanatsal çalışmalara adayan gençlere olanaklar tanımak için ortaya bir kahraman daha çıktı. Bu kahramanın adı İKSV idi. İKSV 15 yıldır düzenledikleri “Uluslararası İstanbul Jazz Festivali”nde işte bu gençlere olanak sağladılar. Bu gençler de bu endüstri çarklarını kırmak ve “Türkiye’de gençlik daha bitmedi! Biz buradayız ve sanat adına müzik yapıyoruz!” diye bağırarak ellerinden gelenleri yapıyorlar ve harika ürünler ortaya koyuyorlar.

İşte bu bağlamda gençliğin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü eskiden “ölü yatırım” diye adlandırılan klasik müzik ve jazz artık kendine daha rahat sponsor buluyor, düzenlenen festivallerde daha rahat sahne alıyor ve dinleyicisi ve icracısı hızlı olmasa da emin adımlarla artıyor.

İlk önce bu festivalin içinde bulunan ve festivale can veren İKSV Jazz Direktör Asistanı Harun İzer ile yaptığımız bir sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha sonrada işte yukarda bahsettiğim ve “Biz buradayız!” diye haykıran, 15. Uluslararası İstanbul Jazz Festivali kapsamında Nardis Jazz Club’da gerçekleşecek Genç Jazz Konseri’nde çalacak TRIO IFF ve NEUTRIO sohbetlerini gelecek günler için sanat adına umut dolu ve iç rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Çünkü gençler burada ve bu müziği seviyorlar!

Türkiye’deki genç jazz müzisyenlerinin durumu sizce nasıl?

Türkiye’de genç jazz müzisyenlerinin durumu, ülkemizde jazz müzisyenlerinin genel durumu ile paralellik gösteriyor diyebiliriz. Çoğunlukla sadece büyük şehirlerde olan gençler kendilerini bir parça ortaya koyabiliyorlar, bu açıdan da çok büyük imkanları ve olanakları yok genelde. Ama diğer taraftan da gerçekten çok değişik yerlerden çok başarılı müzisyenler çıkabiliyor, kişisel bazda veya grup bazında. Yine, eminim şartlar bundan 15–20 yıl öncesine göre daha iyi durumda, az da olsa bazı üniversitelerde düzenlenen festival, yarışmalar veya müzik dinleme zevkinin artık tek bir türe bağlı kalmadığının farkına varan mekanlar, giderek daha çok jazz müziğine yer veriyorlar. Dolayısıyla genç jazz’cılara yavaş da olsa giderek daha çok imkan tanınıyor.

Genç jazz’a olan katılım isteği nasıldı, kaç grup başvuru yaptı? Geçen yıllardaki izleyici katılımı nasıldı?

Uluslararası İstanbul Jazz Festivali kapsamında yapılan Genç Jazz seçmelerimiz bu yıl altıncı kez düzenlendi. Açıkçası Genç Jazz’a katılım oranları, gençlere yönelik rock veya başka müzik türleri için düzenlenen yarışmalara katılan grupların sayısına göre oldukça düşük. Ama yine de biz, niteliğin nicelikten önemli olduğunu düşünüyoruz. Zaten jazz müziğinin özünde de bu var. Geçen yıllarda 15–20 civarında grup başvuruyordu, bu yıl bu sayı biraz daha düştü ancak seçici kurulumuz bu yıl neredeyse bütün başvuruların çok başarı olduğu yönünde hemfikirdi. Genç Jazz’a izleyici katılımı ise tamamen farklı bir konu. Biliyorsunuz biz Genç Jazz etkinliklerini ücretsiz düzenliyoruz. Buna bağlı olarak da öncelikle bu grupların yakınları ve arkadaşları etkinliklere büyük ilgi gösteriyorlar. Diğer taraftan, genel jazz izleyicisi açısından aynı derecede bir ilgi olduğunu söyleyemeyeceğim. Tabi bunu jazz dinleyicisinin seçiciliğine de verebiliriz ancak gençlere bu anlamda da “bir fırsat tanınması” gerektiğini düşünüyorum.

Geçen 5 yılın ardından amacınıza ulaştınız mı yoksa daha alınacak çok yol var diye mi düşünüyorsunuz?

Bu soruyu amaçlarımızın bazılarına ulaştık ama çoğuna henüz ulaşamadık diye cevaplamak lazım. Mesela İstanbul Jazz Festivali olarak (bunu alenen ilan etmiş olmasak da) Genç Jazz’ı uzun vadede uluslararası bir yarışma haline getirmek istiyoruz. Şu anda imkanlarımızın kısıtlı olması sebebiyle bu tür bir hamle henüz mümkün değil. Bunun gibi çeşitli planlarımız var, mesela bunlardan biri de Genç Jazz’da başarılı olan gruplara Türkiye dışında da sahne alabilecekleri fırsatlar sağlamak. Şu anda bu konuda ancak bireysel bazı çabalara fikir ve bilgi bazında yardım ediyoruz. Mesela geçen yıllarda Genç Jazz’da yer alan bazı grupların yurtdışındaki jazz yarışmalarına katılmalarına, kendilerine sponsor bulmalarına yardım ettik. Bu yıl da böyle bir durum oldu ve BUMK Jazz Korosu’nun Viyana’da bir jazz yarışmasına katılabilmesi için onlarla beraber çalışıyoruz. Kısacası amaç jazz ile ilgilenen genç müzisyenleri teşvik edecek imkanlar yaratmak olunca yapılabileceklerin sınırı yok.

Ama bu konuda önemli bir not da düşeyim, biz İstanbul Jazz Festivali olarak Genç Jazz’ı yıllardır neredeyse hiçbir destek almadan, tamamen “kendi yağında kavrulan” bir etkinlik olarak düzenlemekteyiz. Bu tür büyük planlar, önemli mali desteklere de ihtiyaç duyuyor. Bu açıdan genç jazz müzisyenlerine ve genel anlamda Türk kültür sanatının genç yeteneklerine destek olmayı isteyen sponsorların desteği de bizim için çok önemli ve gerekli. Genç müzisyenlerin her zaman yakındıkları konulardan biri çalacak yer bulamamaları ve bazı imkânsızlıklardır. Tabi birde jazz çalınacak mekânların pahalı olması gibi bir durum da söz konusu. Bu öğrenci olduklarını düşünürsek “genç jazz” izleyicisini de etkileyen bir durum. Bu bağlamda genç jazz’cılara yönelik başka çalışmalar planlıyor musunuz? Yukarıda da bahsettiğim gibi, bizim bu konudaki mali kaynaklarımız oldukça kısıtlı, halihazırda kendimize ait bir konser salonumuz veya mekanımız da yok. Ama bu konu bizim de her zaman üzerinde durduğumuz bir konu zira iş “bu gençler iyidir” demekle bitmiyor, onları yönlendirmek, en azından belli bir noktaya gelene kadar onlara bir “kariyer planı” yapmak da gerekiyor. Bunu da elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. Genç jazz etkinlikleri sonrasında bu gruplarla bağımızı koparmayıp, onları yakın ilişkide bulunduğumuz mekanlara, kurumlara veya başka festivallere yönlendiriyoruz, tavsiye ediyoruz. İKSV, İstanbul’da kültür ve sanatın merkezinde yer alan bir kurum. Bu açıdan bu tür konularda bize sıkça danışılıyor ve mümkün mertebe Genç jazz gruplarını da bu kişi veya kuruluşlara yönlendiriyoruz. Bir de yine yukarıda bahsettiğimiz daha uzun vadeli bazı planlar var tabi, umarız onları da kısa süreler içerisinde gerçekleştireceğiz.

Şimdi de Genç jazz sahnesinde yer alacak Trio Iff’den Semih Önyer’e kulak verelim…

Grubunuz ve müziğiniz hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Tanışıklığımızdan bu yana ben ve Buğra birçok konuda hem fikir olduğumuzu düşündük ve bu düşünceyi paylaştık. Bu paylaşım ikimizinde fikirlerinin ortak bir noktada kesiştiğini gösterdi bize. Bu da jazz müziğiydi. Bir müziğin gelişimi içinde düşünülmesi gereken her şeyi planlı olarak paylaşmışız gibi, öncelikli önem gösterdiğimiz şeyler  bir bütünü oluşturmaya başladı. Bu birliktelik duo’dan bir trioya; TRIO IFF’e dönüştü ve ilk davulcumuzdan sonra Olgun eklendi. O da yeni bir ruh getirdi bize, kişiliği ve anlayışıyla… Jazz, sanatın her alanında olduğu ve olması gerektiği gibi “yaşayan” “değişen” bir olgu. Bu değişimi izlemeye başladık. Parker’dan bugüne kadar. Bu esnada yaratıcı tavrımızı da bu seyrin içine yerleştirdik. Sonuç olarak, modernizmi izleyen bir anlayışla kendi bestelerimizden ve standartlardan oluşan bir repertuar içinde bulduk kendimizi.

Gençler daha çok popüler kültür ürünü müzikler tüketirken siz jazz’ı seçtiniz. Herkes tarafından bilinen bir gerçektir ki Türkiye’de Klasik müzik ya da jazz para kazandırmaz. Eğer para kazanmak istiyorsan ya topçu olacaksın ya popçu. Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz ki bu müziği benimsediniz?

Hayat standardı göreceli bir kavram tabii ki. Para kazanmanın öncelikli olduğu bir noktada sanat öğelerini kaybeder. Ticarete ve veya zanaata dönüşmeye başlar. Sanatın kendisine bir aracı ile ulaşılmaz. Bu basit bir hizmete girer, özgür olması gerekirken kısıtlanır. Bu bilincin içinde olan bu üç kişi böyle bir hesabı yapmadığı için burada zaten. İlla bir gelecek hayal edilmesi gerekiyorsa, diğerlerinin adına konuşmaktan çekinmiyorum; “akıl ve beden sağlığı içinde birikimlerimizi yıllarca çalmak, aktarmak, anlatmak ve paylaşmaktır. Hayat standardını paranın ölçmediği konusunda hem fikir isek, iyi bir gelecek hayal ediyoruz sanırım.

15. Uluslararası İstanbul Jazz Festivali’ne katılmaya nasıl karar verdiniz ve ne gibi aşamalardan geçtiniz. Nasıl bir heyecandı bu?

Olgun’un askerliği, benim okuldaki zamansızlığım kısa bir boşluk yarattı. Bu sırada, Buğra kurduğu bir gitar trio ile 2007 yılında katılmıştı. Yani katılacağımız kararını aslında 2007’de vermiştik. Bir araya gelebildiğimiz an planlarımızın içine bu yarışma çoktan dahil olmuştu. Prosedürün gereği ilk aşama için Ege Üniversitesi stüdyosunda bir kayıt hazırladık ve İKSV’ye gönderdik. İlk sekiz grup bu yolla belirlenecekti ve bu sekizin içinde olduğumuz haberini aldık. Final Nardis’te yapılacaktı ve bir pazar ordaydık. Tabii ki tatmin edici bir heyecandı. Kendi müziğimizle uluslararası bir festivalde olabileceğimiz açıklandığında da bu heyecanımız kat kat arttı tabii ki. Tüm bu serüvenin sonunda 11 Temmuzda 19.30’da Nardis’te yaşayacağız. Bekleriz…

Peki, bu sorulara NEUTRIO’dan Çağrı Erdem ne demiş?

Grubunuz ve müziğiniz hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Öncelikle merhaba. Grubumuz, 2007 sonbaharında, standart bir gitar trio formatında kuruldu. İlk başta, davulda o sıralarda Erasmus değişim programı ile Türkiye’ye gelmiş Fabian Stevens vardı, kadronun gerisi şuan ki gibiydi (ben ve Berker). Aslında bir grup olmaktan öte beraber çalıyorduk stüdyoda, takılıyorduk yani sadece. Sonra baktık pek güzel oluyor, bir anda konserler vermeye başladık ve olaylar gelişti. Sonra, Fabian Erasmus’taki dönemlerini tamamlayıp ülkesine geri döndü ve ben de tamamen okul başvurularıma yoğunlaştım, ve bir süre bir şey yapmadık. Ardından, biraz da genç jazz vesilesiyle, davulda Erdem Göymen ile tekrar çalmaya başladık. Müziğimize gelirsek; ileriye dönük bir tavrımız var, kendi seslerimizi arayışlarımız, notaların yanında sesin kendisine, enerjiye duyulan bir tutku var her birimizde ayrı ayrı diyebilirim. Repertuarımızda kendi bestelerimizin dışında çaldığımız parçalar çoğunlukla modal ve/veya modal implantasyon barındıran müzikler, yani kısaca müziği daha “yatay” ve “açık” algılayabilmemize olanak tanıyan parçalar çalıyoruz. Kişisel olarak ben, emprovizasyonda ve kompozisyonda, köklerinden sonuna kadar beslenip kendi sesinin peşine düşmüş biriyim, yani -çok sevmeme rağmen- ikinci bir Wes Montgomery veya Pat Metheny olmanın hiçbir anlamı yok. Bu meslekte, Miles’ın da dediği gibi “sünger” gibi olup, etrafında olup biten her şeyi emip yoluna bakacaksın…

Jazz gibi bir müziği seçtiniz. Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz ki bu müziği benimsediniz?

Gelecekle ilgili; ben, önümdeki on sene için plan yapmam, asla bir işadamı gibi çok uzun vadeli planlar yapmadım. Şu an için konservatuarı bıraktım, Berklee’den burs kazandım, ve bir terslik çıkmazsa ağustosta oraya gideceğim ama bu sadece eğitimimle ilgili bir gelecek planı. Para kazanıp, kariyer yapmak konusunda ise, yukarıda da dediğim gibi ikinci bir Pat Metheny olmanın bir anlamı yok, zaten Amerika’da yüzlercesi var, yani standartları canavar gibi çalmanın insana hiçbir getirisi olacağını düşünmüyorum (insana çok şey öğretir o ayrı). Ben kendi müziğimi yapmak istiyorum, ve kendi sesimi oluşturmak, kendi cümlelerim, kendi tavrımı… Ancak böyle bir yere gelinebileceğini düşünüyorum. Ama bu Amerika’da olur, Türkiye’de veya Uruguay’da, bilmiyorum, ama orası neresiyse, orayı bulmak istiyorum. Sonuçta çalışan adam, her yerde, her koşulda bir şeyler yapar bence.

15. Uluslararası İstanbul Jazz Festivali’ne katılmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında benim için en önemlisi çalmak. Her yerde çalmayı seviyorum, ve her yerde çalmak isterim. Tabii ki uluslararası bir jazz festivalinde çalmak çok önemli bir şey ve bundan çok mutluyuz. Aslında biz Fabian’la katılmayı düşünüyorduk genç jazz’a ama o dönünce genç jazz fikrini de unutmuş gibiydik, sonra birden Erdem’le tanıştık, ve sanırım ya son gün ya da iki gün öncesinde alelacele vasat bir kayıt yapıp gönderdik. Açıkçası öncesinde biraz önyargılıydım, yani genç jazz’ın belli standartları olduğunu ve bu standartlar dışındaki müziklere yer verilmeyeceğini düşünüyordum, ama yanılmışım ki festivalde çalmaya hak kazandık. Ayrıca bizim için herhangi bir sahne heyecanından farkı yok aslında, umarım güzel bir enerji oluşur ve hep birlikte mutlu, mesut çalar eğleniriz. Bizlere, bu konularda iki çift laf edebilme şansı verdiğiniz için çok teşekkür ederim grubum adına. Her şey çok güzel olacak…

Pelin Opcin ile söyleşi

Pelin Opcin ile söyleşi

Pelin Opcin ile söyleşi;

ULUSLARARASI İSTANBUL JAZZ FESTİVALİ 15 YAŞINDA

İstanbul Jazz Festivali bu yıl 15. yılını arkada bırakıyor ve son derece güzel bir program ile müzikseverlerin karşısına çıkıyor. Jazz dergisi bu özel yılın anlamı üzerine İKSV Jazz Festivali yöneticisi Pelin Opcin ile internet üzerinden bir röportaj yaparak sizlere getirdik.

Festival bu sene 15. yılını dolduruyor. Önce İstanbul Müzik festivalinin parçası olarak başlamıştı, ayrılıp bağımsız festival olmasının öyküsünü anlatabilir misiniz? Nasıl oldu da böyle bir karar alındı?

Chick Corea ve Steve Kujala’nın 8 Temmuz 1984 tarihli konseri hem bilet satış aşamasında (48 saat kuyrukta bekleyenler olmuş) hem de konser sırasında, izleyicinin yoğun ilgisi nedeniyle yeni başlangıçlara işaret ediyordu. Bu konser sayesinde jazz’ın İstanbul Festivali’nde daha ağırlıklı bir yer tutması ve festivalin müzik yelpazesinin farklı türlerini de kapsaması gerektiğini ortaya çıktı. Aslında bu gerçeğe işaret eden, İKSV’nin eski Genel Müdürlerinden, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz sanatçı Aydın Gün hem daha güncel bir müzik türünü İstanbul Festivaline katarak gelişimini ve farklı kitlere, genç izleyicilere taşımayı öngörmüş hem de, dünyada etkisi büyük olan böylesi bir sanat türünü festivalin es geçmemesini sağlamış. 1994’te İKSV yeni kurumsal kimliği ile beş farklı sanat dalında kendi bağımsız alanlarında Uluslararası İstanbul Festivalleri adı altında sürdürme kararı aldı ve festivallerimizin en genci İstanbul Jazz Festivali doğmuş oldu.

Festivalin yöneticileri olarak sizler neler hissediyorsunuz? Bu organizasyonun parçası olmak nasıl bir duygu, o duygunun içinde neler var

Bir festival için çalışırken tüm aşamaların sonucunu somut olarak elinizde görme şansınız yok. Tam 12 ay boyunca bir sonraki festival için çalışıyor, yapıtaşlarını bir araya getiriyor, olağan adımları takip ediyor, olağan dışı sorunları çözerek ilerliyor, alışılagelmiş süreci takip ederken, yeni uygulamalar, yeni adımlar, yeni aşamalar da yaratıyorsunuz. Bütün bunları yaparken belirlenen hedefler ve kâğıt üzerindeki sonuçlar dışında elinizde somut hiçbir şey yok… Ancak 12 ayın sonunda konserler gerçekleştiğinde, sanatçılar ve etkinlikler izleyicilerle buluştuğunda yürüttüğünüz bir yılık çalışmanın sonucunu görmüş oluyorsunuz. Bu bir çeşit bir hayalin peşinde koşmak gibi bir şey oluyor. Tüm emekler, tüm uğraşların sonucu ancak o konser sorunsuz bir biçimde tamamlandığında, izleyici mutlu bir şekilde konser mekânından ayrıldığında alınmış ve çalışmalar amacına erişmiş oluyor. Bu da işimizi bol stresli ve heyecanlı kılıyor. Çok sabırlı, problem çözme odaklı, soğukkanlı ve olumlu olmalısınız. Bu kadar odaklandıktan sonra parçalar bir araya gelip, iş ortaya çıkıp, bir de ayakta dakikalarca alkışlayan 4.000 – 5.000 izleyiciyi bir arada gördüğümüzde ise değmeyin keyfimize…

Festivalin sahne arkasında neler olup biter? Yani mutfak nasıl bir yerdir, orada yaşananlar nasıl duygulardır?

Sahne arkasının da arkası var aslında. Sahne arkasına kadar geldiğimizde işin %99,9’u tamamlanmış demektir. Mutfak aslında programı oluştururken çekilen karın ağrıları, sponsorlar aranırken yaşanan sıkıntılar, festivalin tanıtımını planlarken ve uygularken yapılan yoğun çalışmalar, bilet satışı sırasındaki heyecanlarla en sıcak anlarını yaşıyor.

Yoksa gerçek anlamda sahne arkasındaki işleri yürütmek çok da zor değil. Tek yapmamız gereken makul çerçevede sanatçıların ve ekibin taleplerini, teknik, lojistik ve insani gereksinimlerini karşılamak. Olağan hayatlarındaki standartları sağlayıp, sanatçıların keyiflerini yerine getirmek ve konserin sorunsuz geçmesini sağlamak. Bizim sahne arkamız genelde çok stresli ve gergin değildir. Oldukça keyiflidir. Sorunlu-kaprisli sanatçılarda bile güler yüzümüz, kusursuz çalışmamız ve profesyonel yaklaşımımızla buzları eritiriz.

“Festival heyecanı sahneyle sınırlı kalmıyor. Dockers San Francisco kampanya talihlisi hayranı olduğu Bryan Ferry ile tanışırken…”

Festivale bu 15 yıl içerisinde birçok müzisyen geldi, kimler geldi, en çok kimler ilgi çekti. Elinizde festivalin 15 yılı ile ilgili istatistik bilgileri varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Kaç konser gerçekleşti, bunlara kaç sanatçı katıldı, kaç seyirci bu konserleri izledi?

Bir çırpıda saymak çok zor tabii; atladıklarım olacaktır. Şu isimleri sayabiliriz: Bobby Mc Ferrin ve Bang Zoom Üçlüsü / Booby Mc Ferrin and Band Zoom Trio, Toots Thielemans Brasil Project, Milton Nascimento, Randy Crawford, Stanley Clarke, Al DiMeola, Jean-Luc Ponty, Tito Puente, John McLaughlin Üçlüsü / Trio, Youssou N’Dour, The Manhattan Transfer, Joshua Redman, Fahir Atakoğlu, Jan Garbarek, Aydın Esen, Aziza Mustafa Zadeh, Kronos Quartet, Dead Can Dance, Monty Alexander, Marcus Miller, Paco de Lucia, Sergio Mendes, Dianne Reeves, Keith Jarrett, Gary Peacock, Jack DeJohnette, Eric Clapton, David Sanborn, Joe Sample, Steve Gadd, Elvin Jones, Jacky Terrasson, Joe Lovano, Goran Bregovic, Nicholas Payton, Dino Saluzzi, Radio Tarifa, Groove Collective, Cesaria Evora, The Blues Brothers Band with Special Guest – Eddie Floyd, Brooklyn Funk Essentials & Laço Tayfa, Deep Forest, Cubanismo, McCoy Tyner, Medeski, Martin & Wood, Michael Nyman, Burhan Öcal & Peter Waters, Prysm, Kodo, İlhan Erşahin, Ben Neill, Red Snapper, Arturo Sandoval, Woody Herman Orchestra, Patti Smith, Suzanne Vega, Marc Ribot, Chucho Valdes, The Blind Boys Of Alabama, Ben Harper, Courtney Pine, Khaled, Brad Mehldau, Charles Lloyd, Dave Holland, Nils Petter Molvær “Khmer”, Bugge Wesseltoft, Erik Truffaz, Ruben Gonzalez, Ibrahim Ferrer & Omara Portuondo, Lou Reed, Bryan Ferry, Michel Camilo, Tomatito, Natacha Atlas, Cheb Mami, Compay Segundo, Ryuichi Sakamoto, Ute Lemper, Roni Size’s Reprazent, Christian McBride, Wibutee, Mich Gerber, Orishas, Patricia Barber, PJ Harvey, Wayne Shorter, Eleftheria Arvanitaki, Oscar D’Leon, Celia Cruz, Esbjörn Svensson Trio, Pink Martini, Big Bad Voodoo Daddy, Beady Belle, Pat Metheny, Daniela Mercury, Gonzalo Rubalcaba, Marienne Faithfull, Morcheeba, Stereo MC’s, US3, Jane Birkin, Mercedes Sosa, Ornette Coleman, Simply Red, Mariza, Cibelle, Monica Molina, Quantic Soul Orchestra, The Bad Plus, Explosions In The Sky, Stacey Kent, Oi Va Voi, Robert Plant, Robin Gibb, Spike Lee- Terenche Blanchard Bunlar arsında en çok ilgi görenler ise şunlar oldu: Marcus Miller, Eric Clapton, David Sanborn, Joe Sample, Steve Gadd projesi, Norah Jones, Diana Krall, Herbie Hancock’un “Directions in Music” Projesi, Chick Corea’nın tüm projeleri, Keith Jarrett. Jazz dışı isimlerden ise Sting, Nick Cave and the Bad Seeds, Tori Amos, Björk, Massive Attack, Loreena McKennitt, Joan Baez ve Buena Vista Social Club konserleri.

“Yıl 2007; festivalde jazz’ın yanı sıra Rock ve dünya müziği de var; Robert Plant Emirates sponsorluğunda Açık Hava Sahnesinde”

Festival bundan önceki 14 yılda,  3.100’den fazla sanatçı, 400’e yakın konser, 450.000’e yakın dinleyici ile buluştu…

Mutlaka festival sırasında birçok sürpriz yaşamışsınızdır, bunlardan ilginç olan bazılarını bizimle paylaşır mısınız? (Ben Carla Bley ve Charlie Haden konserinde şiddetli yağmur altında sırımsıklam olmuştum, benim gibi yaklaşık 300 seyirci daha vardı, konserden sonra Charlie Haden bizlere teşekkür etmişti). Bunun gibi ilginç anekdotların olduğuna eminim.

Evet, kalan izleyicilere müzik aşkları dolayısıyla ve bizi yalnız bırakmadıkları için minnetimizi belirtmek adına, bir gün sonraki konsere davetiye vermiştik. Çok hoş bir sürpriz olmuştu.

Çok anımız var tabii; ilk aklıma gelen David Sanborn’un papayalarını bulmak için kenti talan etmemiz; en sonunda akşamın altısında Bağcılar’da bir sokak arasında kapalı kapılar ardındaki bir yerden nasıl olduysa bir kasa papaya bulmamız. Massive Attack’in soğan alerjili üyesi için ille de Türk yemeği isterim diye tutturduğunda kulis amirimizin annesi soğansız zeytinyağlı dolma yapmıştı; çok gülmüştük. Genelde backstage ihtiyaçlarında komik anılar yaşıyoruz. Patti Smith’in listesine oldukça fazla tropik meyve vardı; aradık taradık bulamadık. En sonunda tur menajerine sorduk. “yahu biz bunları bulamıyoruz, şart mıdır” diye. Aldığımız cevap çok ilginçti. “Yoo, şart değil, biz de bu meyvelerin neye benzediğini merak ediyorduk, belki bulursunuz da bize tattırırsınız diye listeye koyduk” dedi.  Güler misin, ağlar mısın!

Sponsorlar festival için çok önemli, bu güne kadar hangi firmalar festivale sponsor oldu? Sponsor olmanın şartları nelerdir? Sponsorluk sponsor olan şirketlere madden veya manen nasıl bir +6katkı sağlıyor?

Bu soru için çok teşekkür ederim. Sponsorlar bizim için çok önemli ve ne yazık ki basında yer almaları ve onlara minnetimizi bu kanalla sunmak için elimize yeterince fırsat geçmiyor. Festivalin bütçesinin %60’ı sponsorluk gelirleriyle sağlanıyor. Sponsorluk şartları konusunda fazlaca detaya inmeden şunu belirteyim, İKSV’nin, festivalin ve sponsorun kurumsal kimliği ve sponsorluğa yaklaşımı çerçevesinde belirli bir bütçe karşılığı çeşitli olanaklar, görünürlükler ve tanıtım-pazarlama imkânları sunuyoruz. Bu bütçe ile konserin tüm bütçesinin yaklaşık %50sini karşılıyoruz (gerisini bilet geliri sağlıyor). Sponsor hem tanıtım anlamında fayda sağlıyor hem de İKSV gibi bir kuruma destek olarak sosyal sorumluluk anlamında önemli bir görevi yerine getirmiş oluyor. Bu sadece tanıtım ve pazarlama odaklı değil; hem prestij hem de izleyici gözündeki olumlu imaj açısında sponsorlarımızın canı gönülden yürüttükleri bir misyon.

Bu destek konserlerin izleyicilerle buluşması için vazgeçilmez ve hayati gereklilik ve sponsorlarımız bunu mümkün kılıyor.

Tam 11 yıldır festival sponsorumuz Garanti Bankası. Desteği vazgeçilmez… Gösteri sponsorlarımız ise 11 yıldır desteğini esirgemeyen Emirates; son üç yıldır süren ve gelişen işbirliğimiz ile Dockers® San Francisco, Matraş, DHL, Pirelli, İstinye Park, Raymond Weil, Mest Rakı… Geçmişte AvivaSa, Arçelik, Demirdöküm, GittiGidiyor, West LB, Volvo, TJK, Lassa, Toyota, Beymen, Procter& Gamble, Bast, 7Tur, FujiFilm, Micosoft, Turkcell gibi kurumların sponsorluğu oldu. Olumlu ve verimli işbirliklerine rağmen genelde tek seferlik çalışmalar oluyor ne yazık ki. Oysaki sponsorluğun etkisi için uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Tutarlılık ve kalıcılık kurum ve marka imajına çok katkı sağlıyor. Bu yüzden Garanti, Emirates ve Dockers® San Francisco özelinde çok iyi bir süreç oturttuk; devamlılığın önemini gösteren çok güzel örnekler çıkarttık. Genç jazz projesi çok önemli bir girişim, bu güne kadar genç jazz da neler oldu, buralarda çalan gençler nerelere geldiler Genç jazz’ın altıncısını düzenliyoruz. Bugüne yaklaşık 30 topluluğu festival sahnesiyle buluşturduk. Festivalin kapıları açmasının ardından profesyonel sahneyle tanışanlar, albüm çıkaranlar, yurt içi ve yurt dışı festivallere katılanlar oldu. Özel etkinliklerde ve projelerde genç sanatçılarımıza sahne alma fırsatı da veriyoruz.Umuyoruz ki bu proje genç müzisyenlere müzikal anlamda bir kariyer planı çizecek kadar gelişecek

Festivali nasıl tanıtıyorsunuz? Dış ülkelerde festival tanınıyor mu? Festival için gelen yabancı seyirciler var mı? Bu yabancılar nasıl bilet alıyorlar?

Festival Avrupa’da tanınıyor. Özellikle sanatçı, ajans ve menajerler arasında oldukça saygın bir yere sahip. Seyirci anlamında ise daha efektif bir çalışmaya girdik; uluslararası basın atağımız, turizm acenteleri ile işbirlikleri, festival networkleri derken izleyiciye ulaşım kanallarımızı geliştiriyoruz.Şu anda uluslararası izleyici sayımız toplam izleyicinin %1’ini geçmiyor. Katılanlar ise birebir bizimle irtibata geçerek, internet ve Biletix üzerinden festivale ulaşıyorlar.

Festival şimdi nereye koşuyor? Önümüzdeki 15 yıl için neler planlıyorsunuz? Hangi yeni sanatçıları getirmeyi planlıyorsunuz? Yeni mekânlar olarak nereleri hayal ediyorsunuz?

Festivalin öncelikli hedefi, İKSV’nin yurtdışı festivallerine de kaynaklık edecek, uluslararası izleyicinin de ilgisini çekecek, festivale özgü projelere odaklanmak. Yani sadece üretileni sunmak değil, yeni üretimlere kapı açmak; müziği sadece ithal etmek değil, ihracına da ön ayak olmak. Festivali bir konserler serisi olarak değil, bir İstanbul deneyimi olarak, mekânları, içeriği, yan etkinlikleriyle bir bütün halinde tasarlamak. Bunları da son 4–5 yıldır başarıyoruz. Hangi sanatçıları getirmeyi planladığımız sorusunun cevabı hem aşikâr hem de biraz gizemli; önümüzdeki yılların turne programları ve festivalin yaklaşımına göre karar verilecektir. Yeni mekân hayal etmeye gelince; öncelikle Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesini hiç kaybetmeyelim istiyoruz. Bu yıl neredeyse kötü bir sürprizle kullanım dışı olacaktı; son dakikada kurtuldu. Şişhane’de İKSV’nin taşınacağı Deniz Palas binasındaki etkinlik merkezimizin bir an önce tamamlanıp festivale kazandırılmasını hayal ediyoruz.Şehir içinde orta ölçekli yaz ve koşullarına da uygun, kapalı konser mekânı hayal ediyoruz. Nardis gibi güzel  jazz kulüplerinin hayalini kuruyoruz.

Türk jazz dinleyicilerine söylemek istediğiniz bir şeyler, vermek istediğiniz mesajlar var mı?

Öncelikle 15 yıldır festivalin en büyük destekçisi olan sadık izleyicimize sonsuz teşekkürler ediyoruz. Festivali takip etmeyi, olumlu – olumsuz görüşlerini bizlerle paylaşıp, bizi yönlendirmeyi ihmal etmesinler. Bu yıl çok olumlu tepkiler aldık, ancak jazz dışında çeşnilerle festivali renklendirdiğimizde bize alınmasınlar. Bunu festivalin kitlesini geliştirmek, gençleri de festival izleyicisi olarak kazanmak ve farklı türler sayesinde menümüze daha dikkatli göz atan olası izleyicileri yanımıza almak için, iyi niyetle yapıyoruz.

Jazz’ın kapsamındaki yeni türlere ve topluluklarla da kulak kabartsınlar; Jazz festivali ilk kez Bugge Wesseltoft, Nils Peter Molvaer ve EST gibi kuzeyli jazz’cıları, The Bad Plus, Medeski- Martin-Wood gibi jazz’ın yeni ve alternatif yüzlerini festivalde ağırladığında büyük cesaret örneği göstermişti. Bizdeki konserler bir başlangıç oldu ve bu isimlerin daha sonraki konserleri doldu taştı. O yüzden bu tip alternatif ve yenilikçi seslere de kulak vermelerini rica ediyoruz.

Tunçel Gülsoy

tuncelgulsoy@gmail.com

Şu jazz dedikleri_51.SAYI

Şu jazz dedikleri_51.SAYI

Şu jazz dedikleri…

“JAZZ is the big brother of Revolution. Revolution follows it around.  JAZZ Devrim’in ağabeyidir. Devrim onun peşinde dolaşır.” – MILES DAVIS

6 Ağustos 1930 günü, Chicago’da, 12 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan Abbey Lincoln’ün gerçek ismi Anna Marie Woolridge’dir. Michigan’daki bir çiftlikte büyürken 5 yaşından itibaren müzikle ilgilenmeye başladı ve fırsat buldukça evdeki piyanonun başına geçti. Zaman içinde hem piyano çalmayı, hem de piyano eşliğinde şarkı söylemeyi öğrenen küçük kızın düşlerini artık şarkıcılık hayalleri süslüyordu. 14 yaşındayken, annesiyle birlikte Kalamazoo’ya yerleşen Anna Marie, bir yandan para kazanmak için hizmetçilik yapıyor, öte yandan da okul orkestrasında şarkı söylüyordu. Yöresel bir grupta ilk kez profesyonel şarkıcılığa soyunan genç kız, bir süre sonra da Chicago’nun gece klüplerinde boy göstermeye başladı ve 19 yaşındayken şarkıcılar arasında düzenlenen bir yarışmayı kazandı. Bir dans orkestrasıyla Michigan’da turneye çıktıktan sonra, 21 yaşındayken California’ya gitti ve burada varyete şarkıcılığına başladı. 1952’de Hawaii’ye geçerek, iki yıl boyunca Honolulu’nun gece kulüplerinde Anna Marie ismiyle şarkı söyledi. Tekrar Los Angeles’a döndüğünde ise, bu kez Gaby Lee adı altında foto modellik ve Hollywood’un gece kulüplerinde şantözlük yaparak Moulin Rouge’da sahne alan Lincoln, burada ünlü söz yazarı Bob Russell tarafından keşfedildi. Abbey Lincoln’a, sanat yaşamı boyunca kullanacağı bu ismi veren ve ona ilk plağını doldurma olanağını sağlayan da yine Bob Russell’dır. New York’a taşınan ve efsanevi Jazz kulübü Village Vanguard’da sahne alan şarkıcının, kendi adına doldurduğu ilk albüm, 1956 yılında Liberty plak şirketi için kaydettiği, Benny Carter ve Marty Paich’in düzenlediği standartları, yaylıları da içeren bir büyük orkestra eşliğinde seslendirdiği “Abbey Lincoln’s Affair: A Story of a Girl in Love”dır. Sesinin gücü kadar, etkileyici bir güzelliğe de sahip olan Abbey Lincoln, yine Bob Russell’ın aracılığıyla, o yıl, Jayne Mansfield’in başrolünü oynadığı “The Girl Can’t Help It”te rol aldı ve pek çok sinemasever için Mansfield’den daha seksapelli bir kadın olduğunu gösterdi. O günlerde “Siyahi Marilyn Monroe” diye anılan sanatçı, davulcu Max Roach’la tanıştı ve bir süre sonra onunla birlikte yaşamaya başladı. Yıllarca varyete şarkıcısı olarak çalışmasına karşın, 50’li yılların sonunda Riverside için doldurduğu “That’s Him”, “Abbey Is Blue” ve “It’s Magic” albümleriyle Jazz şarkıcılığında da iddialı olduğunu gösteren Abbey Lincoln, 1959 yılında “Jamaica” adlı gezici müzikalde başrolü üstlendi. Ancak onu asıl şöhrete ulaştıran çalışma, Max Roach’un 1960 yılında Candid plak şirketi için kaydettiği, zencilerin ırkçılığa karşı mücadelelerinde bilinçli bir mesaj taşıyan “We Insist! – Freedom Now Suite” adlı albümü olmuştur. Jazz’da protest tarzın öncülerinden olan bu ünlü yapıta, sesi ve çığlıklarıyla büyük katkıda bulunan ve ertesi yıl Candid için doldurduğu “Straight Ahead” adlı albümdeki şarkıların birkaçına çarpıcı ve bilinçli sözler de yazan Lincoln, o dönemde yaptığı müzikle politik bir kişiliğe bürünmüştü. Altı senelik bir beraberliğin ardından, 1962 yılında Max Roach’la evlenen şarkıcı, eşinin bazı plak çalışmalarına katıldıktan sonra, 1964’de “Nothing But a Man” adlı sosyal içerikli filmde başrolü üstlendi.

Bunu 1968’de, Sidney Poitier’nin karşısında oynadığı romantik komedi “For the Love of Ivy” izledi. Bu iki filmdeki başarılı oyunculuğuyla eleştirmenlerin ilgisini çekmesine ve hatta Altın Küre ödülüne aday gösterilmesine karşın, Abbey Lincoln, radikal politik kişiliği yüzünden, bir süre için ne plak, ne de film çalışması yapabildi ve bu çalkantılı dönemde bazı kulüplerde şarkı söylemekle yetinmek zorunda kaldı. 1970 yılında Max Roach’dan boşanan şarkıcı, tekrar Los Angeles’a döndü ve bazı TV dizilerinde rol aldı. 1973 yılında Japonya’da kaydettiği “People in Me”, sanatçının 10 yıllık bir aradan sonra yaptığı ilk albümdü ve ilk kez kendi bestelerini seslendirmeye başlamıştı. Geçimini sağlamak için 1974 yılında Northridge’deki California Eyalet Üniversitesi’nde sahne sanatları dersi vermeye başlayan Abbey Lincoln, ertesi yıl çıktığı Afrika yolculuğundan yepyeni bir isimle döndü. Artık onun adı Aminata Moseka’ydı. Siyahi ırkın gururu bu hem güzel, hem de akıllı sanatçıya, “iradeli ve kararlı” anlamına gelen Aminata adını Gine cumhurbaşkanı, Afrika dinlerinde aşk tanrıçası olan Moseka’yı ise Zaire kültür ve enformasyon bakanı uygun görmüştü. Yedi senelik bir sessizlik döneminin ardından, Paris’te saksofoncu Archie Shepp ve o sırada turnede olan Amerikalı müzisyenlerle “Painted Lady” albümünü doldurduğu 1980 yılına kadar şiirler kaleme alan, resim yapan, yazdığı tiyatro eserlerini sahneye koyan Abbey Lincoln, yeni plaklarında da artık daha ağırlıklı olarak, politik ve sosyal yorumlar kattığı kendi bestelerine yer vermeye başladı. 1983’ün Kasım ayında, o sırada 27 yaşında olan alto saksofoncu Steve Coleman’la beraber, Alman plak şirketi Enja için “Talking to the Sun” albümünü kaydetti. 1987 yılında, idolü Billie Holiday’in anısına yine Enja için yuptığı kayıtlar önce iki ayrı albümde; daha sonra da birarada yayınlandı.

1990’larda, Fransız prodüktör Jean-Philippe Allard’ın gözetiminde PolyGram grubu için, birbirinden başarılı albümlere imza atmaya başladı. 1990’dan itibaren, üç yıl boyunca, her Şubat ayının son haftasında stüdyoya giren Abbey Lincoln, sırasıyla “The World Is Falling Down”, “You Gotta Pay the Band” ve “Devil’s Got Your Tongue” isimli albümleri doldurdu. Seslendirdiği şarkıların sözlerini adeta yaşayan ve sadece kendisi için anlamlı sözleri olan şarkıları yorumlayan Abbey Lincoln, PolyGram’ın başarılı pazarlama metodlarıyla, 1990’lı yıllarda Jazz dünyasında Betty Carter’dan sonra en fazla ilgi gören şarkıcı konumuna ulaştı; onun ölümünden sonar da pek çok Jazz eleştirmeni ve Jazzsever tarafından yaşayan en büyük Jazz şarkıcısı Kabul edilmeye başlandı. Spike Lee’nin ünlü filmi “Mo’ Better Blues”la yeniden beyazperdeye dönen Abbey Lincoln, sanki geçmiş yılların acısını çıkarmaya çalışarak, son 15 yılda tempolu bir biçimde albümler doldurmayı ve konserler vermeyi sürdürdü. 2002 yılının Mart ayında New York’ta, Lincoln Center’da 3 gece arka arkaya verdiği konserlerde, her gece farklı bestelerini seslendirdi. 2007 yılının Mart ayında bir açık kalp ameliyatı geçirmesine ve artık 80 yaşına yaklaşmasına karşın, ne sesi ne de fiziğiyle bu yaşını hiç belli etmeyen Abbey Lincoln, doğru bildiği yoldan ödün vermeden, uzun yıllar sonra şöhreti yakalamanın keyfini sürmekte. Bu keyfi, verdiği konserlerde, oyunculuk deneyimini de yansıtan dinamik sahne performansıyla izleyicilerine de taşımayı bilen sanatçının 50 yılı aşan müzik yaşamında kaydettiği tüm albümleri aşağıda bulacaksınız. Her zaman olduğu gibi, bunlar arasından belli bir dönemde ülkemize ithal edilmiş olan CD’leri birer ay-yıldızla işaretledik. Öncelikli olarak alınması gereken, en başarılı yapıtlarını ise birer okla vurguladık.

DERLEME ALBÜM

(İlk CD’lerini alacaklar ve kısıtlı bütçeler için)

 You & I  “ENJA Years” (1983-87)  JAZZFEST 2202

ÖZGÜN ALBÜMLER

(Kapsamlı bir koleksiyonu hedefleyenler için)

* Abbey Lincoln’s Affair: A Story of a Girl in Love (1956) LIBERTY/BLUE NOTE

* That’s Him  (1957)  RIVERSIDE/OJC OJCCD-085

Ú It’s Magic  (1958)  RIVERSIDE/OJC OJCCD-205

Ú Abbey Is Blue  (1959)  RIVERSIDE/OJC OJCCD-069

Ú (Max Roach albümü) We Insist! – Freedom Now Suite  (1960)  CANDID CCD 9002

Ú Straight Ahead  (1961)  CANDID CCD 79015

* People in Me  (1973)  PHILIPS/ITM 1439 (Avrupa)

(aynı albüm: Naturally  (1973)  NEWEDITION 8701 (ABD))

Ú Painted Lady  (w/ Archie Shepp)  (1980)  BLUE MARGE/ITM 1422 (Avrupa)

(aynı albüm: Golden Lady  (w/ Archie Shepp)  (1980)  INNER CITY 1117 (ABD LP))

* Talking to the Sun  (1983)  ENJA 79635

Ú Abbey Sings Billie, Vol. 1 & 2 (1987)  ENJA 91342  (2 CD)

Ú The World Is Falling Down  (1990)  VERVE 843476

Ú You Gotta Pay the Band  (1991)  VERVE 511110

* Devil’s Got Your Tongue  (1992)  VERVE 513574

Ú When There is Love (w/ Hank Jones)  (1993)  VERVE 519697

* A Turtle’s Dream  (1995)  VERVE 527382

* Who Used to Dance  (1996)  VERVE 533559

* Painted Lady: In Paris (Live)  (1996)  EPM Musique 152022

* Wholly Earth  (1999)  VERVE 559538

Ú Over the Years  (2000)  VERVE 549101 

Ú It’s Me  (2003)  VERVE 126802

Ú Abbey Sings Abbey  (2007)  VERVE 9847030

ÖLÜMSÜZ STANDARTLAR

THESE FOOLISH THINGS

(REMIND ME OF YOU))

Söz: Ted Koehler

Müzik: Rube Bloom

A cigarette that bears a lipstick’s traces,

An airline ticket to romantic places,

And still my heart has wings…

These foolish things remind me of you.

A tinkling piano in the next apartment,

Those stumbling words that told you what my heart meant,

A fairground’s painted swings…

These foolish things remind me of you.

You came, you saw,

You conquered me.

When you did that to me,

I knew somehow this had to be.

The winds of March that made my heart a dancer,

A telephone that rings,

And who’s to answer?

Oh, how the ghost of you clings…

These foolish things remind me of you.

The first daffodil and long excited cables,

And candle lights on little corner tables,

And still my heart has wings…

These foolish things remind me of you.

The park at evening when the bell has sounded,

The ‘Ile-de-France’ with all the gulls around it,

The beauty that is spring’s…

These foolish things remind me of you.

How strange, how sweet

To find you still,

These things are dear to me,

They seem to bring you near to me.

The sigh of midnight trains in empty stations,

Silk stockings tossed aside, dance invitations.

Oh, how the ghost of you clings!

These foolish things remind me of you…

MORE THAN YOU KNOW

Söz:  Billy Rose & Edward Eliscu

Müzik: Vincent Youmans

Whether you are here or yonder,

whether you are false or true

Whether you remain or wander,

I’m growing fonder of you

Even though your friends forsake you,

even though you don’t succeed

Wouldn’t I be glad to take you,

give you the break you need

More than you know, more than you know

Girl of my heart, I love you so

Lately I find you’re on my mind

More than you know

Whether you’re right, whether you’re wrong

Girl of my heart, I’ll string along

You need me so

Much more than you’ll ever know

Loving you the way that I do

There’s nothing I can do about it

Loving may be all you can give

But baby I can’t live without it

Oh, how I’d cry, oh, how I’d cry

If you got tired and said “Goodbye”

More than I’d show

More than you’d ever know

ŞU CAZ DEDİKLERİ

Her Cuma gecesi 23:00-24:00 arası, TRT Radyo 3’te. 

Önemli kadın Jazz şarkıcılarının kapsamlı tanıtımı,

Dinah Washington’ın (DW) ve Abbey Lincoln’ın (AL)

özgün albümleriyle sürüyor.

BİR KİTAP / BİR VİDEO

THE COLOR OF JAZZ

Album Cover Photographs

By Pete Turner

Rizzoli Int’l Publications

ISBN: 0-8478-5798-0

ABD, 2006

144 sayfa

Kuşe Şömiz içinde Bez Ciltli

45 $

1970’li yılların sonunda ABD’de girdiğim ilk plakçı dükkanında iki Jazz plak şirketine özel reyon hazırlandığını görmüştüm: ECM ve CTI albümleri, diğer LP’lerden ayrı, kendilerine özel bölümlerde sergileniyorlardı. Bunların ortak özelliği, plak kapaklarının hemen göze çarpan albenisiydi. ECM albümlerinin dingin fotoğraflarına tam zıt bir şekilde, CTI albümlerinin parlak kapaklarını süsleyen fotoğraflar çarpıcı renkleri ve ilginç kompozisyonlarıyla, insanda mutlaka tadına bakılması gereken elma şekeri izlenimi uyandırıyordu. Deneyimli bir prodüktör olan ve yapımcılığını üstlendiği tüm albümlerin arka kapaklarını imzalamasıyla dikkat çeken Creed Taylor’ın kurduğu CTI, 70’li yıllarda çağa uygun Jazz prodüksiyonlarıyla, ünlü müzisyenlere tekrar stüdyoya girme şansı sağlarken, çoğu ortasından ikiye açılan bu ilginç kapak tasarımlarıyla da çağdaş ürün ambalajı ve pazarlama metodlarından yararlanıyordu. Ve tabii ki o dönemde ABD’de en çok satan Jazz plaklarının ECM ve CTI şirketlerinin çıkardığı albümler olduğunu vurgulamaya gerek yok sanırım! Öyle ki, yıllarca bazı Jazzseverlerin CTI albümlerini adlarıyla değil de, örneğin Antonio Carlos Jobim’in zürafalı, Wes Montgomery’nin sigara izmaritli, Paul Desmond’ın eriyen buz sarkıtlı, Milt Jackson’ın devekuşlu albümleri diye andıkları bilinir. O çarpıcı ve soyut fotoğrafları çeken kişi, reklam fotoğrafçısı olarak çalışan ve yapıtları 50 yıldır National Geographic, Esquire, Look, ve Sports Illustrated gibi farklı türlerde ama fotoğraflarıyla ünlenen dergilerin sayfalarını süslemiş Pete Turner’dır. Fotoğrafların hakkını vermek için, tasarımı long-play albüm boyutlarında (35 x 35 sm) yapılan bu “coffee-table” kitabı, Pete Turner’a ve onun hem CTI, hem de daha önce yine Creed Taylor’ın Verve ve Impulse! plak şirketlerinde yapımcılığını üstlendiği bazı Jazz albümlerindeki kapak çalışmalarına ayrılmış. Kitapta 100 kadar albümün kapakları bazen tam sayfa olarak sergilenirken, her çalışma hakkında Turner ve Taylor’ın açıklamalarıyla desteklenmiş. Kitabın önsözünü Quincy Jones, sonsözünü ise Creed Taylor kaleme almış. Bu kitaptaki fotoğraflara baktıktan sonra, çoğu artık piyasada bulunmayan bu LP albümleri (tabii ki CD versiyonları mevcut; ama onların kitapçıklarından aynı etkiyi edinmek mümkün mü?) arayıp satın almaya hevesleneceğinize dair iddiaya girmeye hazırım!

BLUE NOTE

A Story of Modern Jazz

Euroarts

ABD, 2008 (1997); 91’

Siyah-Beyaz & Renkli

1.78:1 Anamorphic

DD 2.0 Stereo / DTS

DVD Region 1 / NTSC

28.98 $

Jazz’a biraz olsun merak duyanların bile iyi bildiği gibi,

Blue Note, Modern Jazz’ın belki de en ünlü, efsanevi plak şirketidir. Blue Note’un öyküsü aslında, 1939 yılında ABD’ye göç eden iki Alman yahudisinin, Alfred Lion ve Frank Wolff’un öyküsüdür. Jazz’a hayran bu iki genç kafadar, Blue Note plak şirketini kurup 30 yıl boyunca Jazz tarihine geçen 500’den fazla albümün yapımcılğını üstlendiler. Bu dönemde, başka kimsenin kaydetmeye cesaret edemediği müzisyenlere kapılarını açtılar ve diledikleri tarzda müziği yorumlamalarına şans tanıdılar. Blue Note zaman içinde satandart bir kaliteyi tutturan ve kurumsal kimliğe kavuşan ilk plak şirketi oldu. Blue Note albümleri önce, çoğuı Reid Miles imzalı ilginç kapak tasarımlarıyla dikkat çekerler. Kapaklarda kullanılan fotoğrafları genellikle Frank Wolff kayıtlar sırasında çekmiştir. Albümlerin ses kalitesi ise muhteşemdir ve kayıtların çoğunda ünlü ses mühendisi Rudy Van Gelder’in ismine rastlanır. Lion ve Wolff’un 1965 yılında Capitol grubuna sattıği Blue Note 1970 yılında faaliyetlerine son verir. Ama gerçekte bu sadece 15 yıl sürecek bir ara olacaktır ve ünlü şirket 1985’te günümüzün en saygın Jazz prodüktörü sayılan Michael Cuscuna tarafından yeniden canlandılır… 35 yaşındaki bir Alman yönetmen tarafından 35 mm’lik bir belgesel olarak hazırlanan ve ilk kez 1997 yılında Amerikan Kamu Televizyonu PBS tarafından iki bölüm halinde yayınlanan “Blue Note –

A Story of Modern Jazz”, şirketin kurulduğu 1939’dan filmin çekildiği döneme kadar, hem Blue Note’un gelişimini, hem de buna paralel olarak Jazz’ın evrimini anlatıyor.

Boogie Woogie’den Swing’e, Bebop ve Hard Bop’tan Avant-Garde Jazz’a ve yakın geçmişin eklektik çalışmalarına kadar, Jazz tarihini Blue Note’ta kayıt yapmış müzisyenler aracılığıyla gözden geçirirken, Avrupalıların Jazz üzerindeki etkisini de vurguluyor. Çeşitli müzisyenler, Jazz eleştirmenleri, Lion ile Wolff’u tanıyan kişiler ve Carlos Santana, Taj Mahal, Kareem Abdul-Jabbar,

DJ Smash gibi kimi Blue Note hayranı ünlülerle yapılan söyleşiler, Blue Note müzisyenlerinin farklı dönemlerden (ve çoğu Avrupa’da kaydedilmiş) performanslarıyla renklendirilmiş. Jazz tarihine meraklı okurlarımızın koleksiyonlarına katması gereken bir DVD.

EFSANEVİ JAZZ MEKÂNLARI

APOLLO THEATER 253 West 125th Street, Harlem, New York, NY 

1914 yılında kapılarını açan ve önce New Burlesque Theater adını taşıyan mekana zencilerin girmesi yasaktı! 1928’te binayı satın alan Bill Minsky, mekanın adını, 1860’larda açılmış ve 19. yüzyılın sonuna kadar ayakta kalmış Apollo Hall’dan esinlenerek Apollo Theater’a çevirdi. Ancak 1934 yılında zencilere de açılan mekanda, “Jazz a la Carte” adlı bir zenci rövüsü de sahne almaya başladı. Aynı yıl, Ralph Cooper, Sr. radyodan yayınlanan ünlü programı “Amateur Nite Hour”u Apollo Theater’da sürdürmeye ve her Çarşamba gecesi 19:30’da bu mekanda amatör gençlere açık bir şarkı ve dans yarışması düzenlemeye karar verdi. Böylece, o yılın 21 Kasım gecesi, ilk “Amateur Night” yarışmalarından birini kazanan Ella Fitzgerald gibi, geleceğin pek çok ünlü ismi profesyonel müzik yaşamlarına ilk adımı bu mekanda attılar. Ertesi yıl Bessie Smith ilk kez Apollo’da konser verdi; onu Billie Holiday adında ismi duyulmamış bir şarkıcı izledi ve olağanüstü yeteneğiyle dinleyenleri büyüledi. Artık Apollo Tiyatrosu, tescil edilen sloganıyla “Where Stars are Born and Legends are Made” (Yıldızların Doğduğu ve Efsanelerin Oluştuğu Mekan) olarak anılmaya başlandı. Başlangıçta Jazz dünyasına Sarah Vaughan gibi genç yetenekleri kazandıran Apollo’da, hala aynı gün ve saatte sürdürülmekte olan “Amateur Night” yarışmalarında üne kavuşan isimler arasında Diana Ross, Jimi Hendrix, James Brown, Marvin Gaye, Stevie Wonder, Michael Jackson ve Mariah Carey gibi pop idolleri de bulunmaktadır. Her yıl 1.3 milyon kişi tarafından ziyaret edilen ve haftada ortalama 5 konserin verildiği bu efsanevi mekan, 1991’de New York Eyaleti tarafından satın alınıp kamulaştırılmış ve 2006 yılından itibaren 65 milyon dolarlık bir bütçeyle yenilenmeye başlanmıştır.