
Abacı Latifsokağı’ndaki Ahşap Ev
Ahşap binaların, gerek malzeme gerekse inşaat tekniği ve yapım kolaylığı yönlerinden depremlere dayanıklı olması dolayısıyla, İstanbul’un hemen hemen bütün evleri ahşaptan yapılmıştı. Taştan yapılan temeller üzerine, binayı, içindeki insan ve eşyalarıyla birlikte – bunlara düşey yükler diyoruz – taşıyan ahşap direkler konulur ve üzerine de döşemeler oturtulur. Bu direkler birbirlerine çapraz köşegen tahtalarla bağlanır, böylece depremlere – yatay kuvvetlere – karşı sağlam bir iskelet sistem elde edilir.
Döşemeler, kiriş denilen ve duvarlar üstüne oturtulan ahşap kalasların yaklaşık 50 cm. araya yanyana dizilip üstleri ve altları 2-3 cm. kalınlığındaki geniş yüzlü tahtalarla örtülerek yapılır. Böylece altı ve üstü kapalı fakat kirişler arası boş olan döşemeler elde edilir. İşte bu boşluklar, fareler için ideal yuvalar oluştururdu. Tabii, farelerin de çaresi vardı: Kediler! Eski İstanbul’da, her yerde çok sayıda bu sevimli, evcil hayvanlardan bulunmasının en önemli nedeni de farelerdi diye düşünüyorum.
Ahşap binaların zemin katları doğal taş ile kaplanırdı; bundan dolayı da ‘Taşlık’ denilirdi. Yağmur sularının toplanıp depolandığı sarnıçlar, toprağa gömülü olup, bir kovanın girebileceği genişlikte olan, demirden yapılmış kapakları bulunurdu. Kapakların, rutubetli olan çevresinde de çok sayıda akreplere rastlanırdı.
Yıllar sonra mimar çıkıp da ODTÜ’de öğretim üyesi olduğumda, kültürel varlıklarımız olan eski ahşap evlerimizi korumak ve yaşatmak gereğini öğrencilerime anlatırdım: Koruyalım, ama çağdaş yaşamın gerektirdiği konfor ve sağlık koşullarını da temin edelim.
Böyle evlerde yaşamanın başka sorunları da olurdu. Örneğin, şiddetli bir rüzgarda, sürme pencere kanatları yeteri kadar sıkı kapanmadığı için aralıklardan esintiler olur, kışın odaları soğuturlardı.

Fakat gıcırdayan tahta merdivenlerden en üst kata, çalışma odamın olduğu çatı katına çıkıp Boğaz manzarasına kavuşunca her şey değişirdi.
Duvarda asılı duran, ressam Boris Şalyapin’in yaptığı kemanıyla bütünleşmiş şekildeki Jasha Heifetz’in resmi eşliğinde ıslıkla Beethoven’in, Paganini’nin, Mendelsohn’un vb. keman konçertolarını çalardım.
Odamın önünde, alt kattaki cumbanın üstü çinko levhalarla kaplanmış küçük bir balkon da vardı. Oradan batmakta olan güneşin son ışınlarının Üsküdar, Hrisopolis-Altın şehrin evlerinin camlarındaki kızıl yansımalarını ve daha sonra, gecenin karanlığında Boğazdan sessizce geçen ışıklı gemileri görmek her şeye bedeldi.
Evimizde bizi farelere (annem bunların büyüklerine parsol derdi) karşı koruyan bir tekir kedimiz ile dört yetişkin yavrusu vardı; bunlar çok usta avcılardı: Odamızın döşemesi arasında fareler koşmaya başlayınca, yanımızda uyuklayan tekirimiz başını kaldırıp yukarıya bir göz attıktan sonra, hızla odayı terkedip merdivenlerden çıkar ve oradakilerin icabına bakardı.
Evin pencereleri, hemen hemen bütün eski ahşap evlerde olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru sürülen ‘giyotin’ tipinde pencerelerdi; dolayısıyla, düşey olarak birbiri üstünde duran iki adet kare şeklindeki pencere kanadından ibaretti, bakıldığı zaman 1:2 oranında görülürdü.
Fakat ilginçtir, Amcazade Hüseyin Paşa yalısındaki pencereler, çoğunlukla yapıldığı gibi düşeylemesine değil, yataylamasına konulmuştur.
Binalarda, olabildiğince çok pencere yapmak, İstanbul evlerinin karakteristik bir özelliğiydi.
Kışın evlerin ısıtılması sobalarla yapılırdı, bazen de mangallarla. Bizim evde talaş sobası kullanılırdı. Soba, silindir şeklinde olup sactan (kalın teneke) yapılmıştı ve içine gene silindir biçiminde ve odun talaşıyla doldurulmuş sactan bir kova konulurdu ve yandığı zaman da gayet iyi sıcaklık elde edilirdi.
Ahşap evler depremlere dayanıklıydı ama buna karşılık en büyük tehlike yangınlardı. Ben, bu ahşap evde yaşamış olduğumuz yedi yıl boyunca sadece bir defa yangına tanık oldum:
1948 yılının ilkbahar akşamlarından birinde Fındıklı tarafından beliren dumanlar, kısa zamanda büyük bir yangına dönüştü. Küçük balkonumdan seyrediyorum, neresi acaba? Akşam radyodan dinlediğimiz haberlerden Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin tamamen yandığını üzüntüyle öğrendik.
Ülkemizin bu önemli sanat yuvası, içindeki çok değerli eserleri ve öğrenci çalışmalarıyla birlikte yanıp kül olmuştu.