Meral Güneyman ile sanal âlemden gerçek bir neşe dolu sohbet.

Meral Günayman Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. O aynı zamanda 2 güzel çocuğun annesi, yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım. Ne yazık ki Meral çok uzaklarda yaşıyor, zaman zaman internet üzerinden mesajlaşıyoruz, bana yeni çalışmalarını gönderiyor, onunla olmasa bile onun akrabaları ile radyo programımda albümlerini çalarak kulaklarını çınlatıyoruz.

Meral’in en yeni albümü olan “Playful Virtiosity” müzik âleminde büyük bir ses getirdi, bu sene Grammy ödülünü Herbie Hancock aldı ama ödülün adayları arasında Meral’in albümü de vardı.Kendisi ile bu güzel çalışması ile ilgili bir röportaj yapmak istediğimde bunu ancak sanal ortamda gerçekleştirebileceğimizi öğrendim, sorularımı hazırladım ve ona yolladım. Bu satırları yazarken de ondan gelen yazılı cevapları kendi beynimde karşı karşıya oturduğumuzu hayal ederek kâğıda döktüm, onun yüreğindeki coşkuyu sizlere ulaştırmaya çalıştım. Önce albümün hikâyesinden başladık:“Albüm tamamen organik yani doğal ve basamakları zorlamadan gelişen bir proje oldu. Belki de bu yüzden ilk kavramın oluşmasından kayda girmemize kadar 3,5 sene geçti.

Önce aynı adı yani “Playful Virtiosity” adını taşıyan bir konser verdik. Daha sonra da o konserin repertuarı bu albümün ham maddelerini oluşturdu.2003 senesinde New York’ ta yeni bir konserin planlarına başladım. 10 seneden fazla bir zamandan beri New York’ta konser vermemiştim. Etrafımda bir sürü melekler vardı. O sene  Balkan turunda tanıştığım Bosna Hersek elçimiz, çok değerli insan Sina Baydur, Birleşmiş Milletler daimi elçimiz Ümit Pamir ve eşi Dilek Pamir, Dışişleri Bakanlığımız, Washington Büyükelçimiz Faruk Logoğlu ve Ahmet Ertegün el ele verdiler ve konserin Carnegie Hall’ da gerçekleşmesine karar verildi. Nasıl bir program sunacağımı düşünmeye başladım. Balkan turnesinde Schumann Fantasi’ yi belki 10 kez çalmıştım, bu parçaya özel bir yakınlığım vardır.  Bunun gibi Debussy, Ali Darmar ve neredeyse cildimin altında hissettiğim Gershwin vardı. Hangilerinden parça seçmem gerektiğini düşündüm.

Sonra hepsini unutup Gershwin kalmak şartıyla sil baştan ve tamamen orijinal bir program yapmaya karar verdim ve Dick Hyman’ı benimle çalmaya davet ettim. Kendisi ile zaten yürüyen bir müzik ortaklığımız vardı ama birlikte çalmıyorduk. O bana kompozisyonlarını ve düzenlemelerini yolluyor ben ise onları icra ediyordum. Benden başka birde klasik piyanist olarak Ruth Laredo ile çalışmıştı. “Ben senin nasıl bir piyanist olduğunu biliyorum, Prokofiev Konçertonu video da izledim” dedi. Birlikte çalma davetimi nefes almadan kabul etti. İş repertuara ve provalara kalmıştı.

İstediğimiz gibi çalışmamız için New York’ta Yamaha ve Faziola piyanoları bize kapılarını ve salonlarını açtı çalışma imkânı verdiler. Dick Florida’da ben ise New Jersey’de yaşıyorduk. Yamaha artistleri listesine alınmam da bu arada oldu. Klasik dünyadan işbirliği yapmış olduğum Michael Tilson Thomas, jazz ve pop dünyasından ise Alicia Keys, Norah Jones, Chick Corea arasındaki resmime bakıp hala inanmıyorum. 

Her neyse, Dick ile oturup Indiana Varyasyonlarını çalmaya başladık, bu çok güzel bir müzik beraberliğinin başlangıcı idi. Gershwin’in zamana ve mekâna sığmayan 7 standart şarkısını Earl Wild’in transkripsiyonları ile “Virtüöz Etütleri” başlığı altında ben çaldım.  Dick ise doğaçlamalar ile devam etti. Dick Indiana Varyasyonlarını ve Üç Rap parçalarını iki piyanoya uyarladı. Evet,  yanlış duymadın, tamamen piyanoda çalınan bir rap parçası. Ve Modern Jazz Quartet piyanisti John Lewis’in Belçikalı “Gypsy” gitarist Django Reinhardt’a ithaf ettiği “Django”yu ikimiz birlikte iki piyanoya uyguladık. Parçanın orta bölümünü ise tamamen doğaçlamaya bıraktık. Tamamen içgüdü ile piyanolarımızdan, yaylı sazlar esintileriyle barok, klasik ve jazz armonileri motifleri, gitar, mandolin ve tef sesleri döküldü.  Bu şarkının albümdeki icramız için, ABD dergisi Jazztimes, “bugüne kadar gelmiş geçmiş en güzel ve rafine Django  yorumu dedi.

Albüm bir ay sonra Nola Stüdyolarında uç gün içinde kaydedildi ama Warner Elekra Atlantik şirketinin bir kolu olan Rykodisc tarafından yayın haklarının satın alınması ise ancak 18 ay sonra gerçekleşti.

Meral’ciğim, bu albüm uzun bir hayat yolunda senin için bir soluk olmalı diye düşünüyorum. Peki, sence Meral nereye gidiyor? Bu gittiği yolda kim olmak istiyor? Kendisini bir insan olarak nasıl yapılandırıyor?

“Evet, bu albüm o yolculukta gerçekten de bir soluk. Ama güzelliği ve değişikliği diğer solukların yanında, arındırıcı ve tazeleyici bir soluk olmasından geliyor. Bunun neleri arkada bıraktığıma ve nereye gideceğime ışık tutan bir soluk olduğunu düşünüyorum. Müzikte yaratıcılığa orijinaliteye ve “az ama öz”e daha da fazla yaklaşmak ihtiyacındayım ve arzusundayım.

Bugün yeni eserler, teknikler ve repertuar öğrenmekteyim. Bunları birleştirmek, diğer müzisyenlerle birlikte olmak ve çalışmak bana çok zevk veriyor. Demek ki bunu çoğaltmam lazım. Her neyse ki kendimi yenileyebiliyorum, hem günlük hayatta hem de sanatımda her günü samimiyetle yaşamak istiyorum.  Dünden daha iyi bir insan olayım, daha kaliteli iş çıkarayım istiyorum ve bu yapabildiğimin en iyisi mi diye kendime sorarak test etmeye inanıyorum”.

Peki, hayallerini sormak istiyorum, hayatında bu günden sonra neleri gerçekleştirmek istiyorsun?

“Ümitlerimi diyeyim, neyse ki ümit kelimesi realiteyi itmiyor.

İnsanlar yüzünden acı çeken hayvanların hepsine yardım edecek kadar para kazanmak isterdim. Mümkün olabilecek en kısa zamanda embriyonik kök hücre çalışmalarının sonuçlanarak, doğa veya kaza sonucu meydana gelen şeylerin insanlara çektirdiği azapların dinmesini görmek istiyorum. Son albümünün kazancının belli bir yüzdesi kök hücre çalışmalarına bağışlanıyor.

Hepimizin hayatında belli bir hastalıktan dolayı acı çeken sevdiklerimiz olmuştur, benim de oldu ve bu sorunun çözümüne bir katkı da ben yapmak istedim. Bir şey dikkatini çekmiş olmalı, mesela ben bu soruya, hayalim “New York Filarmoni ile çalmak” diye cevap vermedim, bu tür zevkleri geçmişte çok tattım. Gerçi bu orkestra ile değil ama müzik dünyasında ilk 10’un arasında yer alan Baltimore ve Pittsburgh Senfoni Orkestraları ile birlikte çaldım. Bunun ileride gene olacağını biliyorum.

O zaman, gene ümitlerim diyeyim, ümitlerin neler diye sorarsan şunları söyleyeyim: Hiç durmamak, ama boş enerji de sarf etmemek istiyorum. Bugün ne yapmam lazımsa onu yapıyorum, doğru yaparsam zaten o beni yarına ve daha doğruya yöneltiyor.

Albert Einstein’in sözlerini  örnek almak lazım: “Ne kadar çok öğrensem o kadar çok bilmediğimi anlıyorum. Ne kadar bilmediğimi anladığımda ise bir o kadar daha öğrenmek istiyorum”. Yeni müzikler öğrenmek, prömiyerler çalmak ve yeni kompozitörlere hizmet etmeye devam etmek istiyorum. Bir yandan da repertuarımdaki çok sevdiğim klasikleşmiş konçerto ve solo eserleri dinletmeye devam edeceğim.

Bir anne olarak, ne düşünüyorsun?

Annelik duyguları ve kaygıları çocuklar ne kadar büyüseler de hiç azalmıyor. Cem’in, Troy’un annesi, Çiğdem’in ve Ilana’nın manevi annesiyim. Sadece oğlum Troy benimle yaşıyor, çocuklarım her zaman benim oksijenim ve hayatımın sebebi oldular. Hayatımda onlardan daha önemli bir şey yok. Biz çocuklarımızın eğitmeni olduğumuz kadar onlardan da en güzel dersleri almayı kabul etmeliyiz, çünkü hakikaten onlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Bir jazz müzisyeni olarak, bir klasik müzik piyanisti olarak kendini nerede ve nasıl görüyorsun?

Hoş bir söz var: “Sadece bir çeşit müzik vardır -o da ” iyi müzik”-bugün eşsiz isimlerle birlikte müzik yapmak, dünyadaki sayılı plak firmalarından biriyle anlaşmış olmak ve Yamaha Konser Artisti ünvanını taşımak şansına eriştim, ama müzik hayatımda hiçbir nokta yok, onun yerine  her gün birçok yeni parantezler açılıyor. Yeni cümleler de gezineyim, sisli, berrak, esrarengiz, dans içeren notaların içinde eriyeyim, ama kendimi kaybetmeden piyanoya hâkim olayım istiyorum. Her zaman yeni renkler, şekiller ve kontrastlar keşfetmeliyim. Sevgili James Conlon şöyle bir  filozofik bağdaştırma yapmış ve sormuştu: Müzikte Plato mu yoksa Aristotle felsefesi mi geçerlidir? Plato kavramını müziğe taşırsak, ideal bir yorum önce geliyor ve her şey o yoruma uymak uğruna yapılıyor, kompozitörün istekleri bir nevi harita görevi görüyor, katı ve bütün. Bir de Aristotle yaklaşımı var ki benim olduğum yer orası. Gerçi facebook Plato olduğumu söylese de ben buna katılmıyorum. Burada müzik bir yığın materyaller ile başlıyor, çalınıyor veya söyleniyor ve gittikçe genişleyerek merkezi fiziksel ve spirituel alanına oturuyor. Amaç o. Mesela bir harita size bir yeri anlatamaz ancak gösterir diyor Conlon, o yere gitmeniz gerekir ki anlayın ne olduğunu. Bir nevi içerden dışarı bakış, yola koyulmak. Ben bunu yaşıyorum.

Klasikte yorumun macerası bu oluyor. Jazz’da ise klasik kadar, melodik, ritmik  ve strüktürel bir disiplin var,  doğaçlamalar bile öğrenilmiş, deneyim geçirmiş parmak ve ses şartlanmalarının, nota desenlerinin armoniler etrafında dansları oluyor. Klasik veya jazz, yorum veya doğaçlama, sonuçta Miles Davis’in şu sözlerini bu düşüncelerin hepsine adapte edebiliriz:

Meral’ciğim, bu albüm uzun bir hayat yolunda senin için bir soluk olmalı diye düşünüyorum. Peki, sence Meral nereye gidiyor? Bu gittiği yolda kim olmak istiyor? Kendisini bir insan olarak nasıl yapılandırıyor?

“Evet, bu albüm o yolculukta gerçekten de bir soluk. Ama güzelliği ve değişikliği diğer solukların yanında, arındırıcı ve tazeleyici bir soluk olmasından geliyor. Bunun neleri arkada bıraktığıma ve nereye gideceğime ışık tutan bir soluk olduğunu düşünüyorum. Müzikte yaratıcılığa orijinaliteye ve “az ama öz”e daha da fazla yaklaşmak ihtiyacındayım ve arzusundayım.

Bugün yeni eserler, teknikler ve repertuar öğrenmekteyim. Bunları birleştirmek, diğer müzisyenlerle birlikte olmak ve çalışmak bana çok zevk veriyor. Demek ki bunu çoğaltmam lazım. Her neyse ki kendimi yenileyebiliyorum, hem günlük hayatta hem de sanatımda her günü samimiyetle yaşamak istiyorum.  Dünden daha iyi bir insan olayım, daha kaliteli iş çıkarayım istiyorum ve bu yapabildiğimin en iyisi mi diye kendime sorarak test etmeye inanıyorum”.

Peki, hayallerini sormak istiyorum, hayatında bu günden sonra neleri gerçekleştirmek istiyorsun?

“Ümitlerimi diyeyim, neyse ki ümit kelimesi realiteyi itmiyor.

İnsanlar yüzünden acı çeken hayvanların hepsine yardım edecek kadar para kazanmak isterdim. Mümkün olabilecek en kısa zamanda embriyonik kök hücre çalışmalarının sonuçlanarak, doğa veya kaza sonucu meydana gelen şeylerin insanlara çektirdiği azapların dinmesini görmek istiyorum. Son albümünün kazancının belli bir yüzdesi kök hücre çalışmalarına bağışlanıyor.

Hepimizin hayatında belli bir hastalıktan dolayı acı çeken sevdiklerimiz olmuştur, benim de oldu ve bu sorunun çözümüne bir katkı da ben yapmak istedim. Bir şey dikkatini çekmiş olmalı, mesela ben bu soruya, hayalim “New York Filarmoni ile çalmak” diye cevap vermedim, bu tür zevkleri geçmişte çok tattım. Gerçi bu orkestra ile değil ama müzik dünyasında ilk 10’un arasında yer alan Baltimore ve Pittsburgh Senfoni Orkestraları ile birlikte çaldım. Bunun ileride gene olacağını biliyorum.

O zaman, gene ümitlerim diyeyim, ümitlerin neler diye sorarsan şunları söyleyeyim: Hiç durmamak, ama boş enerji de sarf etmemek istiyorum. Bugün ne yapmam lazımsa onu yapıyorum, doğru yaparsam zaten o beni yarına ve daha doğruya yöneltiyor.

Albert Einstein’in sözlerini  örnek almak lazım: “Ne kadar çok öğrensem o kadar çok bilmediğimi anlıyorum. Ne kadar bilmediğimi anladığımda ise bir o kadar daha öğrenmek istiyorum”. Yeni müzikler öğrenmek, prömiyerler çalmak ve yeni kompozitörlere hizmet etmeye devam etmek istiyorum. Bir yandan da repertuarımdaki çok sevdiğim klasikleşmiş konçerto ve solo eserleri dinletmeye devam edeceğim.

Bir anne olarak, ne düşünüyorsun?

Annelik duyguları ve kaygıları çocuklar ne kadar büyüseler de hiç azalmıyor. Cem’in, Troy’un annesi, Çiğdem’in ve Ilana’nın manevi annesiyim. Sadece oğlum Troy benimle yaşıyor, çocuklarım her zaman benim oksijenim ve hayatımın sebebi oldular. Hayatımda onlardan daha önemli bir şey yok. Biz çocuklarımızın eğitmeni olduğumuz kadar onlardan da en güzel dersleri almayı kabul etmeliyiz, çünkü hakikaten onlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Bir jazz müzisyeni olarak, bir klasik müzik piyanisti olarak kendini nerede ve nasıl görüyorsun?

Hoş bir söz var: “Sadece bir çeşit müzik vardır -o da ” iyi müzik”-bugün eşsiz isimlerle birlikte müzik yapmak, dünyadaki sayılı plak firmalarından biriyle anlaşmış olmak ve Yamaha Konser Artisti ünvanını taşımak şansına eriştim, ama müzik hayatımda hiçbir nokta yok, onun yerine  her gün birçok yeni parantezler açılıyor. Yeni cümleler de gezineyim, sisli, berrak, esrarengiz, dans içeren notaların içinde eriyeyim, ama kendimi kaybetmeden piyanoya hâkim olayım istiyorum. Her zaman yeni renkler, şekiller ve kontrastlar keşfetmeliyim. Sevgili James Conlon şöyle bir  filozofik bağdaştırma yapmış ve sormuştu: Müzikte Plato mu yoksa Aristotle felsefesi mi geçerlidir? Plato kavramını müziğe taşırsak, ideal bir yorum önce geliyor ve her şey o yoruma uymak uğruna yapılıyor, kompozitörün istekleri bir nevi harita görevi görüyor, katı ve bütün. Bir de Aristotle yaklaşımı var ki benim olduğum yer orası. Gerçi facebook Plato olduğumu söylese de ben buna katılmıyorum. Burada müzik bir yığın materyaller ile başlıyor, çalınıyor veya söyleniyor ve gittikçe genişleyerek merkezi fiziksel ve spirituel alanına oturuyor. Amaç o. Mesela bir harita size bir yeri anlatamaz ancak gösterir diyor Conlon, o yere gitmeniz gerekir ki anlayın ne olduğunu. Bir nevi içerden dışarı bakış, yola koyulmak. Ben bunu yaşıyorum.

Klasikte yorumun macerası bu oluyor. Jazz’da ise klasik kadar, melodik, ritmik  ve strüktürel bir disiplin var,  doğaçlamalar bile öğrenilmiş, deneyim geçirmiş parmak ve ses şartlanmalarının, nota desenlerinin armoniler etrafında dansları oluyor. Klasik veya jazz, yorum veya doğaçlama, sonuçta Miles Davis’in şu sözlerini bu düşüncelerin hepsine adapte edebiliriz:

“Kâğıtta yazanla ilgilenmiyorum, kâğıtta olmayan ile ilgileniyorum.”

Kendimde neye ve neden inandığımı biliyorum, ama aynı zamanda bana verilen potansiyeli işlemek, mükemmelliğe mümkün olduğu kadar yanaşmak sorumluluğunu hissediyorum. Hayatın amacı da zaten bu değil mi? Bu tükenince yaşam da bitermiş. 

Meral bir müzikalde oynasa idi hangisini tercih ederdi, hangi rolü oynamak isterdi. Meral’in yaşamı filme çekilse idi kendisini hangi aktris oynasın isterdi, her iki soru için de soruyorum, neden.

Bilmiyorum ama önce belki Fred Astaire’in yanında dans eden Ginger Rogers olmak isterdim. Uçuşan beyaz elbiselerle veya dar ve sırtı açık siyah elbiselerle ve o topuklu ayakkabılarla uçmak isterdim. Bir de içimde kalan bir çocukluk var, 7 sene Avusturya lisesine gitmiş olmak var, o yüzden Sound of Music’in Maria’sı olabilirdim. Şarkıları da baştan aşağı ezberlemiştim. Yaşamım filme çekilseydi beni Jane Fonda oynasın isterdim.

Jane Fonda, Jane Fonda, Jane Fonda… Neden? Dünyanın en iyi aktrisi, vahşi ve güçlü olmanın yanında kolay yaralanan bir yapısı var, fedakâr bir kadın, yaşamış olduğu bütün düş kırıklıkları ve kendisine verilen sözlerin tutulmamış olmasına rağmen hala iyimserlik  ve başarı ve mizah ile yaşıyor. Oğullarımızın isimleri bile aynı; Troy.

Bundan sonra sırada hangi projeler var? Meral’in hayatında bir 24 saat nasıl geçiyor, kimlerin ve nelerin öncelikleri var?

24 saatim, masada ve piyano da çalışarak, yürüyüş yaparak, okuyarak veya TV’de ya haber ya da konser seyrederek geçiyor. Son olarak Herbie Hancock’un Possibilities albümü çalışmalarını, Bill Evans’ın Oslo Konserini ve Jacqueline Du Pr’ nin o güzelim Elgar Konçertosunu izledim. Öncelik, ailem ve mesleğim. Ne büyük şans, bugüne kadar annelik mesleğimi, mesleğim de anneliğimi destekledi. Sonra tabi arkadaşlarım. Arkadaşlarımı hayat ilerledikçe daha derinlemesine değerlendiriyorum. Hayatta diğer her şey geçici ve yapaydır.

Önümüzdeki günlerde video çekimleri, Nisanda, Stockton Kolejinde (New Jersey) bir akademik ve artistik bir programım var. Mayısta New York’da Yamaha Konser Salonunda bir konserimi ilk prodüktörüm ve çok değerli sanatçımız, yazarımız ve dostum İlhan Mimaroğlu’na ithaf ediyorum. Şu yazıları yazdığım bugün, 11 Mart 2008’de kendisi 83 yaşında oluyor. Bu programda onun bu yaşını da kutluyoruz. Bu program önce Alban Berg, Franz Liszt ve Alexander Scriabin ile başlayarak, ikinci yarıda çağdaş besteciler olan Vincent Persichetti, George Gershwin ve Duke Ellington ile sürecek. Manhattan Transfer’den Janis Siegel da bana eşlik edecek. Çünkü kendisi de İlhan Mimaroglu’nun çalışmış olduğu artist ve dostlarından biri. Sonra umuyorum ki Haziranda Türkiye’de önemli bir projemiz var.

Ardından gelecek sene Belçika ve Fransa’yı içeren bir turum var. Bu arada şunu da ilave etmek istiyorum. Ahmet Ertegün konserime sponsor olmakla birlikte benim albümümü yapmak istemedi. Sebep olarak da “John Lewis’in “Evolution” albümünü yaptım, sata sata 4 bin tane sattı, artık jazz albümü yapmam” dedi. Ama WEA benim projemi kabul etti ve yayınladı, ben ise albümü onun hayatına ithaf ettim. Meral Günayman, Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir müzik insanı, hem klasik hem jazz kulvarında koşan bir piyanist, benim hem çok sevdiğim, hem de çalışmalarını keyif ile takip ettiğim bir insan. Yaratıcı ve sevgi dolu bir insan, sevgili dostum, arkadaşım, seni çok özlemişim, gel artık buraya…

Tunçel Gülsoy

tuncelgulsoy@gmail.com