Saksofoncu, şarkıcı Silvia Droste İstanbul’da çok eğlendi ve eğlendirdi…
Başak Yavuz basakyavuz@gmail.com

Silvia Droste’un müzikal kariyeri henüz 14 yaşında iken okul grubunda saksofon çalarak başladı. Müzikal olarak kendi kendini yetiştiren Sylvia kendini geleneksel jazz’a adadı ve Acker Bilk, Papa Bue, Chris Barber ve der Dutch Swing College Band gibi müzisyen ve gruplar ile sahne aldı. 17 yaşında ilk albüm çalışmasını yaptı. 1983 yılında Kuzey Ren-Vestfalya gençlik jazz orkestrasının bir üyesi oldu. Sonrasında aldığı İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi sayesinde jazz şarkılarının sözlerine yakınlaşmasını sağladı.
Silvia’nın daha çok bir enstrümantalisti andıran yaratıcı doğaçlamaları geniş bir jazz stili bilgisini yansıtır. O geleneğe saygu duyar, ama aynı zamanda yeni ufuklara yelken açar. Renkli, esnek ve sağlam alto sesinin yanı sıra müzikal cümleleri ve zamanlaması müzisyen arkadaşları, jazz eleştirmenleri ve dinleyicilerinin beğenisini toplamakta… Kısacası İngilizce bir ifade ile “Silvia swings!” Silvia Drost’un dikkat çeken diğer bir özelliği ise sahneye ve hâkimiyeti ve duruşu… Basın bu özellikleri nedeni ile kendisini ve performanslarını “Jazz Vokal’in first lady’si”, “İstisnai bir görünüş”, “Gerçek bir canlı jazz deneyimi” ifadeleri ile değerlendiriyor. “Bu bayan şarkı söylediğinde hemen bir jazz atmosferi oluşuyor. Müzik dolaysız ve doğrudan bir şekilde derinin altına nüfuz ediyor.”
Silvia 80’li yıllarda başarılı dörtlüsü “Voicings”i kuruyor ve Mainstream, Bebop ve Bigband – Jazz tarzlarına yöneliyor. Almanya’nın nerede ise tüm radyo bigband’leri, Hollanda’lı Skymasters ve Metropole Orkestraları, Charly Antolini, Ack und Jerry van Rooyen, Jiggs Whigham, Peter Herbolzheimer, Scott Hamilton, Art Farmer, Daniel Humair, J.-F. Jenny-Clark, Dado Moroni, Alvin Queen, Rolf Ericson ve diğer birçok müzisyen ve grup ile çalıştı. Stockholm, Prag, Varşova, Krakov, Paris, Cannes, Marciac ve North Sea Jazz festivallerinde defalarca sahne aldı. Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Slovenya, Hindistan, Avustralya, Güney Afrika, Batı Afrika ülkeleri, Güney Amerika, Sri Lanka, Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde başarılı konserler verdi. Audiophile Voicings adlı CD’si ile Alman Albüm Eleştirmenleri“ ödülünü, ayrıca NRW ve WDR ödüllerini aldı. 1988 yılında Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Genç Sanatçıları Destekleme Ödülü’nü alan ilk jazz şarkıcısı oldu.
Saksofon çalmak vokalistliğinizi nasıl etkiledi?
Aslında bu oldukça komik bir hikayedir. Okuldayken bir Dixieland orkestrasında söylüyordum. Trombon, banjo, tuba, bunların hepsi vardı orkestrada. Set başına iki şarkı söyleyebiliyordum. Bunlar da hep aynı şarkılardı; sürekli Basin Street Blues, All of me söylemekten sıkılmıştım ve sürekli sahnede olmak istiyordum. Ne yapmalıyım diye düşündüm ve saksofon çalmaya karar verdim. O zamanlar 14 yaşımdaydım, bu sene sahnedeki 35. yılım.
Oldukça şanslıydım çünkü doğru zamanda doğru insanlarla karşılaştım. İlk saksofon hocam okuldaki tarih ve Fransızca öğretmenimdi. Hobisi trombon çalmaktı, biraz piyano da çalardı. Müziğe amatör bir bakış açısıyla bakıyorduk, gamlardan, akorlardan, özel bir terminolojiden bahsetmiyorduk. Bana doğru kayıtlar verdi. Eski kayıtları dinlerdik. Jazz söylemek istiyorsan köklere dönmelisin. Louis Armstrong dinlemelisin, onunla çalışan şarkıcıları da dinleyerek kendine bir temel oluşturabilirsin. Louis Armstrong’un ve dönemdaşlarının emprovizasyon yöntemi, akorları kırmak, arpej haline getirmekti. Alto saksofonla başlayıp tenorla devam ettim. Saksofonla pratik yaparken bunlar benim kafama ve kulaklarıma iyice yerleşti. Aynı şeyleri sesimle de yapmalıyım diye düşündüm. Johnny Hodges’ın her bir solosu söylenebilir, bu soloları öğrenip söyledim. Başladığında Charlie Parker’ın sololarını söyleyemezsin. Dinlemek çok önemlidir. Michele Weir’in kitabının sonlarında söylenebilecek soloların listesi vardır ve bu sololar seviyelere göre ayrılmıştır.
Johnny Hodges’ın Duke Ellington’la birlikte bir albümü vardır. O albüm benim ilk albümlerinden biriydi. Repertuarımızdaki “wabash blues” isimli bir parça o albümde de vardı. Sololarından bir şeyler çalarım diye düşünerek heyecanlanmıştım ve soloyu çok sevip iyice öğrenmiştim. Bunu yaparken, bilinçsiz bir şekilde parçanın armonik içeriğini de öğrenmiştim. Daha sonra nerede wabash blues’daki akor değişimlerine rastlasam, Johnny Hodges’ın solosunun o kısmı aklıma gelir.
Johnny Hodges artmış akorlar da çalardı. Hocam bu seslerin yanlış sesler olduğunu söyledi. Hodges yanlış çalamaz diye düşünerek kendime birlikte çalışacak yeni insanlar aradım ve bir swing grubu buldum daha sonra bir blues grubu, derken bir bebop grubu, bossanova, funk gruplarım oldu. Bilmeden, jazz’ın farklı çağlarının içinde buldum kendimi. Böylece her şeyi birbirinin üstüne inşa etmiş oldum. Triadlarla başladım. Eski dönemde maj 7’li akor yoktur, belki bir 6’lı akora rastlayabilirsin. Tansiyonlu akorlar da yoktur. Bebop döneminde altere edilmiş akorları keşfettim, bossanovalarda Jobim’in güzel akor değişimlerini öğrendim. Şimdi her türde söyleyebilirim. Bütün bunları kulağımla ve pratik yaparak öğrendim, kimse bana öğretmedi. Ailemin pek parası yoktu beni kursa gönderecek. Artık bu bilgileri benden silemezsin, imkansız.
Bütün bunlar ne kadar zaman aldı?
Hala öğreniyorum hiç bitmiyor.
Evet, ama kendinizi daha rahat hissettiğiniz bir zaman olmadı mı?
Hiç tatmin olmadım. Sadece zamanla daha hızlı öğrenmeye başlıyor insan, ama hala araştırıyorum. Adım adım ilerlemek lazım. Benim şansım, bunun kendiliğinden olması. Ben 35 senedir sahnedeyim ama bunu bilinçli ve sistemli çalışmayla geçen zamanı sadece 20 sene. Çünkü; müzik okumadım. İngiliz ve Fransız edebiyatı okudum. Dil öğretmeni olmak istiyordum o zamanlar. Sonra bütün dünyayı gezmek ve her yerde şarkı söylemek istediğime karar verdim. Sabah saat 7’de kalkıp 8’de işe gitmek istemiyordum. Çalmak ve söylemek istiyordum. Dil okulumun yakınındaki konservatuarda misafir öğrenci olarak derslere girdim. Oradan arkadaşlarım oldu, bana teori öğrenmem gerektiğini söylediler. O zamanlar zaten popülerdim ama müzisyenlerin saygısını kazanmak istedim, sadece güzel görünmek bana yetmiyordu. Şanslarımı değerlendim ve kalbimi dinledim. Çok şanslıydım, hep doğru insanlarla karşılaştım ve çok eğlendim.
Bir TV programınız olduğunu okudum.
Evet, kahramanlarımın birçoğuyla tanıştım. Bu da büyük bir şanstı.
Oscar Peterson’la resminiz vardı sitede.
Seksenlerdi tabi, saçım permalıydı, 80’ler inanılmaz. Oscar’ın çok aksi biri olduğunu, dikkat etmem gerektiği konusunda uyarmışlardı, ama o çok tatlıydı, şarkı söyleyişimi beğendiğini söylemişti, beni dinlemiş. Onunla tanışmak harikaydı. O programda bazen ben de şarkı söylerdim.
Böyle bir program yapma fırsatı nasıl elinize geçti?
Daha önce müzikle ilgili radyo programları yapmıştım, yani konuşabiliyordum, müzik biliyordum, dil mezunuydum, İngilizce konuşabiliyordum, röportajların orijinal dilde yani İngilizce yapılmasını istiyorlardı, böylece o programları yapabildim. Onlar bana teklifte bulundu, bir seçmeye girmem bile gerekmedi.
Başka kimler konuk oldu bu programa?
Art Blakey, Joe Pass, Jim Hall, Herb Ellis, Jobim, Art Farmer, Dizzy Gillespie ve daha birçok müzisyen. Bu kişilerle tanışmak, onlarla konuşmak, her zaman istediğim bir şeydi. Onlar benim kahramanlarım.
Bu aralar piyano triosuyla mı yoksa gitar triosuyla mı çalmayı tercih ediyorsunuz?
Her zaman perioadlarım oldu. Bir dönemim oldu Sarah Vaughan dinleyip onun gibi söylemeye çalıştım. Daha sonra Carmen Mcrae’yi yoğun dinledim. Ella Fitzgerald, Billie Holiday, Nancy Wilson, onlar gibi söylemeye çalıştım. Fusion dönemim oldu, deneysel çalışmalar yaptım. Demek istediğim insanın belli şeylere yoğunlaştığı, belli şeyler denediği dönemler olur. Piyanoyla da gitarla da çalıştım. İkisi de birbirinden çok farklı. Son zamanlarda piyanoyla çalıyorum.
Son olarak vokal öğrencilerine ne önerirsiniz?
Çok dinleyin!