Van Gogh Müzesi: Kisho Kurokawa ve Simbiosis
Van Gogh Müzesi: Kisho Kurokawa ve Simbiosis
Barış Acar mimarlık dünyasının geçen ay yitirdiği ünlü Japon mimarın Amsterdam’daki yapısını “simbiosis felsefesi” çerçevesinde yorumluyor.

Rietveld yapısı.
Barış Acar
“Van Gogh’un ardından Van Gogh’un bir tablosunu betimlemeyeceğim, ama Van Gogh’un, doğayı yeniden topladığı, onu sanki yeniden terlediği ve terlettiği, kendinden sonra artık doğal görüntülerin oluşmadığı düşünülemeyecek asırlık cisimler ufalanmasını, apostrofların, çiziklerin, virgüllerin, çubukların korkunç cisimsel baskısını tualleri üstüne demetler halinde, sanki anıtsal renk demetleri halinde saçtığı için ressam olduğunu söyleyeceğim.”1

Museumplein ve Kurokawa yapısı.
“Van Gogh bütün ressamların en ressamı olmuştur, yapıtının kesin yolu ve olanaklarının kesin çerçevesi olarak resmi aşmak istememiş tek ressam.
Ve, diğer yandan, resmi, doğayı temsil etmenin hareketsiz eylemini mutlak olarak aşmış tek ressamdır, mutlak olarak tek, doğanın bu dar temsilinde dönen bir güç, tam kalpten koparılmış bir unsur fışkırtmak adına.”2
Üzerine Van Gogh kadar çok şey söylenmiş bir başka ressam göstermek kuşkusuz kolay iş değil. Sanat tarihine, edebiyata, sinemaya olduğu kadar, röprodüksiyonlarıyla gündelik yaşantının içine sızmış, konuşma ve düşünme ediminin bu kadar sık nesnesi olmuş bir başka ressam gösteremezsiniz. Bununla birlikte, bu kadar sık nesneleştirilmiş her kimlik için olduğu gibi Van Gogh için de, katı bilimsel belirlemelerin ya da fazlasıyla duygusal betimlemelerin ötesinde, onun derinliğine girebilecek bir ele alışa rastlamak güçtür. Ne yazıktır ki, böylesine derinlemesine bir analiz, Sartre’ın Giacometti incelemesi ve Foucault’nun Magritte yorumunda olduğu üzere, tüm ikonolojik olanaklılığına karşın sanat tarihi disiplininin dışında bir yerden, Van Gogh’un zihinsel yoldaşı Antonin Artaud’dan gelmiştir3. Yaşantısının dokuz yılını akıl hastanelerinde geçirmiş Artaud, toplumun intihar ettirdiğini düşündüğü Van Gogh’u yapıtında, ağabeyi Theo ve doktoru Gachet’de cisimleşen “normal olan”ın vesayeti dışına çıkarak değerlendirmek yolunu seçmiştir.
Böylece Van Gogh’un ressam dehasını Nietzsche’nin trajik-savaşçı ruhuyla özdeşleştirebilmiştir.
Bu yazının konusu Van Gogh’un yaşantısı ya da yapıtları değildir; ressamın yapıtları aracılığıyla bize ulaştırdığı yeryüzünde gördüğünün, izleyen yüzyılda kendisi adına açılmış sanatçı müzesi üzerinden bir ele alınış denemesidir. Denemede müzenin sergi kanadını yapan Kurokawa’nın metabolizma anlayışı ve simbiosis felsefesi, dolayısıyla Heidegger ve Spinoza felsefeleri ile Rietveld’in işlevselci mimarisi üzerinde durulmaya çalışılmıştır. Bütün bu parçaların ve onların biraraya gelişlerinin, Van Gogh’un bize göstermeye çalıştığı dünyaya girmemiz ve onu Artaud’nun hissettiği duyarlılıkla yeniden düşünebilmemiz için aracı olabileceği düşünülmüştür.
Van Gogh Müzesi
10 yıllık sanat kariyeri süresince Van Gogh çok sayıda yapıt üretmiştir. Bunlardan 864 tablo ve yaklaşık olarak 1.200 çizim ve baskı günümüze ulaşmıştır. Çalışmalarının en kapsamlı koleksiyonu (200’den fazla tablo, 437 çizim ve 31 baskı) Van Gogh Müzesi’nde bulunmaktadır. Van Gogh’un diğer yapıtları Hollanda, Otterlo’daki Kröller-Müller Müzesi ve Paris’teki d’Orsay Müzesi’nde bulunmaktadır. Bunlardan başka çok sayıda müze ve dünya çapında özel koleksiyonlarda sanatçının yapıtları bulunmaktadır4.
Van Gogh Müzesi, bir müzeler kenti olarak tanınan Amsterdam’ın üç önemli müzesinin; Devlet Müzesi (Rijksmuseum), Kent (Stedelijk) Müzesi ve Van Gogh Müzesi’nin kesiştiği Museumplein meydanında yer alır. Alan Rembrandt, Monet, Picasso, Kandinsky ve Van Gogh gibi resmin dehaları tarafından çepeçevre kuşatılmıştır.
1973 yılında faaliyete geçen Van Gogh Müzesi’nde “Sarı Ev” (1888) ve “Buğday Tarlasındaki Kargalar” (1890) gibi yapıtların yanısıra Van Gogh’a ait 700 mektup ve Japon baskı sanatı koleksiyonu da yer almaktadır. Müze koleksiyonunun temelini Theo Van Gogh’un sahip olduğu yapıtlar oluşturmaktadır. Sanatçının 1891 yılında ölümünün ardından koleksiyon eşine aktarılmış ve satılan birkaç yapıt dışında tümüyle korunmuştur. Koleksiyonun temel özelliği, Van Gogh’un her dönemini içeren yapıtlardan oluşuyor olmasıdır. Müzede ayrıca, aralarında Gauguin, Lautrec, Leon Lhermitte, Millet’nin yer aldığı, Van Gogh’un sanatçı arkadaşları ile çağdaşı sanatçılardan yapıtlar sergilenmektedir.

Museumplein ve Van Gogh Müzesi.
Rietveld ve ana yapı
Müzenin ana binasını oluşturan yapının tasarımı, De Stijl grubu temsilcilerinden Gerrit Rietveld’e aittir. 1917 yılında kurulmuş olan De Stijl grubunun Theo Van Doesburg, Piet Mondrian, Gerrit Rietveld gibi pek çok tanınmış temsilcisi vardır. İşlevselci modern mimariye giden yolu açan grubun asıl amacı, endüstri toplumunun gereklerine uygun evrensel bir mimarlık dili yaratmak olmuştur. Bu amaçla temel geometrik biçimler ve renkler kullanan Rietveld’in Hollanda Utrecht’teki Schröder Evi, dikdörtgen ve karelerden oluşmuş dik açılı yapısı ve temel renk çizgileriyle De Stijl anlayışının ilk örneği olarak gösterilmektedir5.
Rietveld, mimarinin sosyal rolü üzerinde ciddiyetle durmuştur. 1920’lerin sonu itibariyle sosyal ev yapımı, pahalı olmayan ürün metotları, yeni materyaller, prefabrikasyon ve standartlaştırma konularıyla ilgilenmiştir. 1927 yılında, o dönem için çok da alışılmadık bir materyal olan, prefabrike edilmiş konsantre plakalar, tabakalar ile deneyler yapmıştır. 1950’li yıllarda Venedik Bienali için Hollanda Pavyonu, Amsterdam ve Arnhem’de sanat akademileri ve Paris’te UNESCO binasının basın odası gibi çalışmalara imzasını atmıştır.
Rietveld’in 1964 yılındaki ölümünün ardından Van Gogh Müzesi’nin inşası, mimarın ortakları olan Van Dillen ve Van Trich tarafından tamamlanmıştır. Rietveld ana binada geometrik formları ışık ve açık alanlarla desteklemiştir. Yapının en çarpıcı özelliği, merkez holde yer alan ve gün ışığının galeriler üzerinde dolaşmasını sağlayan merdiven tasarımıdır. Ana bina yapısı günümüzde sadece kalıcı koleksiyonun sunulması için kullanılmaktadır.

Rietveld-Van Goor yenilemesi.
İç mekanlar yıllar içerisinde pek çok kez yenilenmiş, 1998-1999 yıllarında Greiner Van Goor tarafından binada büyük bir onarım gerçekleştirilmiştir. Orijinal görünüş korunmasına karşın, özellikle giriş kısmında önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu onarım sırasında binaya eklenen yeni ofis kanadı, ana binanın kübist formlarını devam ettiren bir çizgi izlemektedir. Ayrıca Van Goor, Kurokawa’nın sergi kanadıyla ana binayı birbirine bağlayan bir kesişme bölümü yapmıştır. Burada Van Goor, Rietveld binasının giriş seviyesinin 7,5 m aşağıda yer alan sergi kanadının girişiyle kesişmesini, ayrıca aradaki bu geçişten konferans salonuna ulaşımın verilmesini sağlamıştır. Ziyaretçilerin bina içerisinde bulundukları konumdan iyi bir görüş alabilmelerini sağlayabilmek için, bu üç seviyenin görülebildiği açık bir alan tasarımlanmıştır. İki ana seviyeyi bağlamak için yürüyen merdiven ve her üç seviyeyi bağlayabilmek için cam asansör ve merdiven kullanılmıştır. Açık alan yarı silindirik şekilde tasarımlanarak, her iki bina arasında bağımsız bir alan yaratılmıştır.
İki binanın iletişimi.
Kurokawa ve sergi kanadı
Müzenin, 1999 yılında yeni sergi kanadı inşasının Japon bir mimara verilmesiyle, adını taşıdığı sanatçının ruhunu tam anlamıyla yansıttığını söyleyebiliriz. Japon baskı manzara resimleri bütün bir izlenimci kuşağı etkilemiştir. Resmi yüzeye çıkartan ve perspektif kurgusunu değiştiren bu şiirsel yöntem, Van Gogh’un resimsel kurgusunun oluşmasında önemli bir yer tutar. Bu dönemde Avrupa’da dolaşıma giren Katsusika Hokusai’nin (1760-1849) estampları Gauguin, Degas, Van Gogh ve Toulouse-Lautrec gibi pek çok ressamı etkilemiştir.
Van Gogh’un ruhunun temsilcisi olan çatışmalı durumun tarafları bu seçimle bir kez daha karşı karşıya gelmiştir. Batı ile Doğu, rasyonel ile irrasyonel, işlevsel ile duygusal, ölçüyü arayan ile kabından taşan yeni bir iletişim sürecine sokulur.
Sergi kanadının yapımı için seçilen Kisho Kurokawa metabolizma kuramının kurucularından biridir. 1970’li yıllardan itibaren Kurokawa, modernizmin katı rasyonelliğine tepki olarak, kapsülleri barındıran modüler binalar tasarlamıştır. Karşıtların biraradalığı üzerine temellenen yaklaşımıyla Doğulu/Batılı, kamusal/özel, düzenli/kaotik gibi zıtlıkları içiçe kullanmıştır. Simbiosis felsefesi olarak adlandırdığı kuramında bu yaklaşımı, modern felsefenin düalizmine karşı, mimariyi biyolojideki canlıların metabolizması gibi düşünerek, önce büyüyen bir kentin gereksinimlerine uygun şekilde gelişime açık olarak, daha sonra da tekniğin yardımıyla dünyadaki tüm kültürleri kaynaştıracak “yapısal ağaçlar” olarak tasavvur etmiştir.
Kurokawa, endüstriyel dünyadan iletişim toplumuna geçiş olarak tanımladığı çağımızda “makineler büyümezler, değişmezler veya kendi uyumlarının metabolizmasını gerçekleştiremezler” demektedir. Anlamın, yaşayan canlılar olduğumuzun kanıtı olarak gördüğü farklılıklardan kaynaklandığını; bu yüzden de makine çağının sona ermesi gerektiğini savunmaktadır6. Mimarın sözünü ettiği tüm bu ilkeler Van Gogh Müzesi’nin sergi kanadında görülebilmektedir. Rietveld’in binasının perspektife dayalı, oranlı küpler mimarlığına karşılık, Kurokawa’nın binası asimetriktir. Eliptik bir şemayı kendine temel alan yeni sergi kanadı, De Stijl’in ünlü mimarını yok etme yolunu seçmemiştir. Bu yüzden Kurokawa’nın yapısının dörtte üçü yeraltında konumlandırılmıştır. Yeni kanadın asma katında yer alan baskı odası da, Rietveld’in binasına saygı niteliğinde, bir küp biçiminde tasarlanarak, ana binaya doğru uzanmış şekilde durmaktadır.
Sergi kanadına sadece mevcut binadan geçiş vardır. Ziyaretçiler, Museumplein’ın altında bulunan geçidi takip ederek, etrafı çevrili sığ bir göletin çevresinde elips şeklindeki kısma gelirler. Kurokawa bu alanı, sakince akan suyun görüntüsüyle birlikte, iki bina arasındaki bekleme/durak olarak tanımlamaktadır. Üç aşamalı sergi kanadının en alttaki bölümü gölet seviyesinde, yerin altındadır. Bu alana doğal ışık suyun arkasındaki cam duvar içerisinden girer. Alt kattan farklı olarak zemin kat, üst kısımda bulunan bir dizi pencereden büyük miktarda gün ışığı alır. Museumplein tarafındaki cam kısım, ince uzun bir göz gibi tüm elips uzunluğu boyunca uzanmaktadır. Galeri, yüksekliği ve duvarların hafif kavisliliğiyle boşluk duygusunu kuvvetlendirmektedir. Yukarıdaki seviye, tam ortasında yer alan alüminyum küp oda ve bu oda ile kesişen bir koridordan oluşmaktadır. Binanın çatısı ise 20 m’yi geçen uzunlukta yekpare titanyum panellerden inşa edilmiştir7.

Alçak seviyeli havuz.
Metabolizma kuramı ve simbiosis
Japon mimarisinin gelişim çizgisinin, 1920-30’larda Frank Lloyd Wright, Bruno Taut gibi modern mimarinin öncülerinin bu ülkeye çağrılıp ürün vermeleriyle yeni bir dönemece girdiği kabul edilmektedir. Wright, Taut ve Le Corbusier’nin Japon büro elemanları vardır. Aynı yıllarda Japon mimarlık öğrencileri Bauhaus’tadır ve hepsi CIAM (Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi) üyesidir. 1950’li yıllarda ütopyacı mimarlığın öncüleri olan Metabolistler böyle bir gelişim çizgisinin içinden doğmuşlardır8.
Metabolizma kuramı yaşayan mimariyi temel almaktadır. Makine çağından yaşam çağına geçildiğini savunan mimarlar, yapıları teknolojik gereksinmelerle birlikte, ama insan odaklı düşünmek gerektiği üzerinde durmuşlardır. Kurokawa’nın 1961 yılında tasarladığı Helix Kenti, DNA zinciri şeklindeki yapısıyla yerden kopmadan, ama yatayda ve dikeyde sürekli gelişmeyi öngören yapısıyla Metabolist hareketin manifestosu gibidir. Mimar, modülerlik kavramını temel alan benzer bir yapıyı 1970’te Expo’70 için Takara Pavyonu’nda gerçekleştirmiştir. Yine aynı yıl Tokyo’da inşa ettiği Nakagin Kapsül Kulesi, binanın mimari karakterinde de değişiklik yaratan, yer değiştirebilen kapsülleriyle öne çıkar.
Mimarın gerek 1992’de Paris’te inşa ettiği Pasifik Kulesi’nde, gerekse 1994’te Wakayama’da gerçekleştirdiği Modern Sanat Müzesi’nde çağdaş malzemeler ve asimetrik yapılandırmayla kültürlerarası diyalog ön plana çıkarılmıştır. Yüksek katlı Pasifik Kulesi’nin çatı katında bir Japon Bahçesi yer almaktadır. Wakayama’daki müze ise yakınında bulunan şatoyla aynı renkleri paylaşmakta, geleneksel mimarinin saçaklı yapısını taşımaktadır.
Simbiosis bir “birlikte yaşama” önerisidir. Bu birlikte yaşama, karşıtların birbirleriyle beslenebildikleri, birbirlerine zarar vermeden yaşayabildikleri, dahası böylece evrimleşebildikleri bir ortaklık alanıdır. Sözkonusu içiçe olma durumu Kurokawa’nın kendisi tarafından şöyle anlatılır: “Daima, ilerleyen iki karşıt öğenin karşılıklı birbirine geçmesi ve karşılıklı anlaşılması olarak, arada olan mekanın sınırları akış halindedir.”9
Kurokawa’nın önerisi, Heidegger’in yer-dünya ayrımlaştırmasında anlattıklarıyla daha iyi anlaşılabilir. Bu ayrımında Heidegger, kavramların birini içte/kendinde, diğerini dışta/kurguda görürken, sözkonusu kavramların asla çatışma içinde algılanmaması ve birbirinden kopartılmaması gerektiğine dikkat çeker. Şöyle der: “Çabalamanın temelinde, daha çok karşıtların birbirini kendi doğalarını kanıtlayacak konuma çıkarmaması yatar. Ancak, kendini kanıtlama, rastlantısal bir olgu üzerinde katı bir üsteleme değildir hiçbir zaman; tersine, bir kimsenin kendi benliğinin kaynağının gizli saklı başlangıcına bir boyun eğiş, teslim oluştur.”10
Bu içiçe oluş aynı zamanda Spinoza’nın uyumlu evren kuramıyla da bağlar taşır görünmektedir. Onun kuramının tekçi özü, maddi yapıyla metafiziksel özü bir ve aynı olarak görüşü, simbiosis kuramını destekler niteliktedir. Spinoza’da doğanın kendisi düşünsel özle bir uyum halindedir, bu ikisi birbirinden ayırt edilemez; yaşamın temel ilkesi budur11. Kurokawa’nın yaşam çağı, Spinoza’nın felsefesinin izinden giderek, zihinsel gelişim olarak teknoloji ve tüm çeşitliliğiyle doğa düzeni arasındaki uyumu öne çıkarır; bu aynı zamanda Batı ile Doğu arasındaki uyumdur…
Van Gogh Müzesi, bulunduğu yerle ilişkiye girerken, yukarıda sözünü ettiğimiz bütün bu kavramları içerisine alabilmiştir. Yükünü sırtlandığı sanatçının duyarlılığını, konumlandığı yere taşımasını bilmiştir. Farklı dönem ve anlayışlardan mimarlar tarafından ele alınmasına karşın, onların kimliklerinden izler, gösterdikleri olağanüstü çabalarla organik bir bütün oluşturabilmiş, müzeye ait bir dil ve söylemi kurabilmiş, sanatçısına yakışır bir müze mekanı yaratmıştır. Hem Rönesans adamına, hem tarlasını işlemekle meşgul köylüye aynı derecede uzak ve yabancı bir bireşimdir bu. Bu yabancılıktan dolayı kimseye yaranamaz belki, ama gelişimi de değişimi de bünyesinde taşır. Böylelikle kesinlikle “normal olmayan” olur. Van Gogh’un ruhundan fışkıran, Artaud’nun rüyalarını güzelleyen de bu olsa gerek. n Barış Acar.

Kurokawa, merdiven.
Notlar:
1 Antonin Artaud, Van Gogh, çev. Ahmet D. Soysal, Nisan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 36.
2 A.e., s. 40.
3 Elbette bu güçte bir diğer önemli kaynak da Heidegger’in, metnimiz içinde başka kavramlarına da yer verdiğimiz “Sanat Yapıtının Kökeni” makalesidir. Ancak, burada Heidegger, Van Gogh üzerine bir yorumdan çok daha fazlasını hedeflemiş ve sanatçının yapıtını kendi kavramlarını geliştirmede bir kritik nesne olarak konumlamıştır.
4 Müzeye ilişkin bu ve benzeri bilgiler, müzenin resmi internet sitesinden Mayıs-Haziran 2007 tarihleri arasında alınmıştır (http://www3.vangoghmuseum.nl).
5 Metin Sözen – Uğur Tanyeli, Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 66.
6 Kisho Kurokawa, “Makine Çağından Yaşam Çağına”, Kisho Kurokawa, çev. Meral Ekincioğlu, Boyut Yayınları, İstanbul, 2001, s. 76-78.
7 Ahmet Vefa Orhon, “Mimarlıkta Titanyum”, Yapı, sayı 278, Ocak 2005, s. 85.
8 Arredamento Mimarlık dergisinin Ocak 2007 sayısındaki “Çağdaş Japon Mimarlığı Mimarlığın Dünya Sahnesinde” başlıklı dosyaya bakabilirsiniz.
9 Kisho Kurokawa, a.g.e., s. 81.
10 Martin Heidegger, “Sanat Yapıtının Kökeni”, Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı, haz. Mehmet Yılmaz, Ütopya Yayınları, Ankara, 2004, s. 147.
11 Frederick Copleston, Spinoza, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1996, s. 18-21.
Leave a Reply